Barajlara Eleştirel Bir Bakış

Ercan Ayboğa, Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi, Şubat 2010

Son yıllarda ülkemizde baraj ve hidroelektrik santrallerinin (HES) neden olduğu sorunlar gündemi büyük oranda işgal etmeye başladı. Kapsamlı olumsuz etkilerinden dolayı coğrafyamızın dört bir yanından bu tür projelere karşı protesto ve kampanyalar artmakta ve genişlemektedir. Tartışılan barajlar arasında en çok Hasankeyf’i yok edecek Ilısu barajı, Çoruh Vadisini su altında bırakacak Yusufeli barajı, Allianoi’u yıkacak Yortanlı barajı ve Munzur nehri üzerinde kurulacak olan barajlardır. Peki, ne oluyor da çoğumuzun 1990’lı yıllara kadar ciddi bir sorun olarak görmediği baraj ve HES’ler yaygın protestolara neden oluyor? Barajlar sayesinde‚ boşa akan su değerlendirilmiyor ve ekonomik kalkınmaya yol açmıyor muydu?

Barajları ve etkilerini daha iyi anlamak için bir adım geri atıp barajları bir uluslararası bakış açısıyla ele alalım: Binlerce yıldır ve özellikle 19. yüzyılın sonundan bugüne kadar dünyanın bir çok yerinde barajlar bir çok amacı gerçekleştirmek için kurulmaktadır. Bugün bunların başında enerji üretmek (barajla beraber kurulan bir HES sayesinde), tarım alanlarını sulamak ve yerleşim yerlerine içme suyu sağlamak geliyor. Yine endüstriye su vermek, yerleşim yerlerini ve tarım alanlarını su taşkınlarından korumak, taşımacılığı sağlamak gibi nedenler de bazen bir barajın kurulması için belirleyici olabiliyor. Çoğu zaman birkaç amaç birden hedefleniyor. Özellikle 1950 yılından sonra dünyadaki nüfus artışı ve ekonomik büyümenin etkisi ile inşa edilen barajların sayısı hızlı bir şekilde artmaya başladı. Bugüne kadar dünyada en az 50.000 büyük baraj inşa edilmiştir. Akarsulara kurulan küçük baraj ve setlerle bu sayı milyonları buluyor. Bugün dünyadaki akarsuların en az yarısının üzerinde en az bir tane baraj bulunmaktadır.

Küresel ölçekte HES’ler elektrik enerjisinin % 20’sini sağlamakla enerji pazarında önemli bir paya sahipler. Dünya yüzeyindeki sulama alanlarının % 30-40’ı suyunu baraj göllerinden temin etmektedirler. Bazı önemli metropoller içme suyunu büyük oranda baraj göllerinden sağlamaktadırlar. Barajları inşa edenler bu ekonomik getirilerle beraber bölgesel kalkınma, iş imkânlarının yaratılması, ihracata dayalı bir sanayi ve tarım endüstrisinin geliştirilmesi gibi unsurları saymaktadırlar.

Şüphesiz kurulan barajlar ekonomik kalkınmada önemi gözardı edilemeyecek bir rol oynamışlar ve oynamaktadırlar. Ancak tüm bunlar büyük sosyal ve ekolojik kayıp ve yıkımlar karşılığında gerçekleşmiştir. Bundan dolayı zaman ilerledikçe dünyanın bir çok yerinde projelerden etkilenen mağdur insanlar ayağa kalkarak kendileri için bir çok açıdan yıkım getiren projelere karşı çıkmaya başlamışlardır. Hindistan’ın Narmada bölgesinde onlarca yıkıcı baraja karşı yürütülen mücadele sayesinde, 1990’lı yıllarda barajlara karşı eleştiri uluslararası ilgi gördü, bunun sonucunda değişik bakış açılarının katılımıyla kurulan Dünya Barajlar Komisyonu (WCD) 2000 yılında ilgi çekici bir rapor yayınladı. Mağdur insanlar açısından eksik yönleri olsa da bu komisyon önemli bir çok tespitte bulundu ve gelecekte alınacak kararlar açısından dikkate değer bir çerçeve sundu.

WCD’nin yaptığı araştırmalara göre bugün dünyada en az 50 milyon, büyük ihtimalle 90 milyon insan, barajların kurulmasından dolayı zorla yerinden edilip genelde yoksulluğa itilmiştir. Böylece barajların kurulduğu bölgelerde yaşayan topluluklar güçten düşürülmüş,  bazı durumlarda tamamen dağıtılmıştır. Bununla beraber çoğu ülkenin zaten önemli sorunu olan kırsaldan kente göç daha da artmıştır. Barajları eleştiren görüşe göre ayrıca barajları kuran ülkelerin borç yükü artışı, baraj projeleri için harcanan paranın yapılan ilk planlamalardan çok daha fazla olması, masraf ve getirilerin adil paylaşılmaması da dikkate alınmalıdır. Barajların iddia edildiği gibi  ekonomik olarak bir taraftan getirisi varken diğer taraftan özellikle uzun vadeli ekonomik yükü çoğu durumda daha  ağır basmıştır. Sosyal etkilerle beraber kültürel olarak barajlar yıkım getirebilmektedir. Akarsu bölgelerinde tarih boyunca insan yerleşiminin  yoğun olduğunu göz önünde tutarsak baraj gölleri altında sayısız arkeolojik alanlar, kültürel önemi yüksek yerler ve inançlar açısından kutsal mekânlar  kalmaktadır. Böyle bir durum kültürel azınlıklar ve yerel topluluklar için çok daha kritik olabilmektedirler.

Yine çok önemli olan ekolojik sistemin bozulması ve fonksiyonlarını kaybetmesi de olumsuz etkilerin görüldüğü önemli alandır. Barajların kurulmasıyla akarsularda bağlantının kopması sonucu balıkçılık genelde olumsuz etkilendi, akarsu havzalarında zengin olan bitki ve hayvan türlerinde ciddi azalma görüldü, akarsular kirletildi – ki bundan aşağı bölgeler daha olumsuz etkilenmektedir – ve bölgesel iklim değişikliklerine neden olundu. Yerel ve bölgesel iklim değişikliği nem oranını arttırarak ve yağış rejimini değiştirerek hem bitki ve hayvan türleri hem de binlerce yıllık kültüre dayalı tarımı olumsuz etkilemektedir. Yine özellikle tropikal bölgelerdeki baraj gölleri fosil enerji üretim türleri kadar küresel ısınmaya ciddi boyutta neden olmaktadırlar. Su taşkınlara karşı koruma fonksiyonu amacıyla kurulan barajlar, küçük ve orta düzeyde su taşkınlarına karşı korurken bir afet durumunda yıkılabilir ve binlerce insana ölüm getirebilir. Son iki yıl içinde bu durum Nepal ve Endonezya’da yaşandı.
Değişik baraj projelerinde görülen olumsuz etkiler daha fazla da sıralanabilinir.

Barajları savunan bazı kesimlere göre “yereldeki bazı kayıplar” ülke geneli için görülen “büyük ekonomik katkı” karşısında kabul edilebilirdir. Kayıbın getiriye göre küçük olduğu doğru olsa bile – ki bu önerme, fiiliyatta çoğu zaman uzun vadeli sosyal ve ekonomik yükten dolayı doğru değildir – bu bakış açısında temel bir yanlışlık var. Bu önermede, bir bölgedeki yerel topluluğun kendi onayı olmadan, kendisini uzak yerdeki bir kente feda etmesi beklenmektedir. Yerel topluluklar üzerindeki olumsuz etkileri yoğun tepki ve eleştiriler karşısında yok sayamayan baraj taraftarları ve dünyadaki hemen bütün hükümetler sözde eksiklikleri görüp daha iyi standartlar (Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) süreçleri, Dünya Bankası (WB) ve Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) standartları gibi) geliştirip uyguladıklarını iddia ediyorlar. Bunu da çağımızda sık sık kullanılan ve çoğu zaman yanıltma ve bulandırma amacını taşıyan “sürdürülebilirlik” terimiyle tanımlıyorlar. Gerçek o ki uluslararası düzeyde praktikte nüans değişikliği yapıyorlar, sözde yükseltilmiş standartlarla sonuçta hedeflediklerini gerçekleştiriyorlar. Bu kapsamda sanayileşmiş ülkeler bir istisna sayılabilinir; 30 yıldır uygulamada ciddi düzelme – istenilen düzeyde olmasa da – olduğunu kabul etmek gerekir. Uygulanan baraj projelerinden yerel insan ve belediyelere gelirin az bir kısmını veriyorlar, halkın görüşünü gerçekten dinliyorlar ve “yeniden yerleşimi” insanları fazla mağdur etmeden gerçekleştiriyorlar. Ancak bunun bugün böyle olmasını bu ülkelerde onyıllardır verilen sosyal ve ekolojik hareket ve genel demokrasi mücadelelerine bağlamak gerekir. Fakat sanayileşmiş ülkelerde ekonomik olarak kârı yüksek olan projelerin ezici çoğunluğunun 1970’lı yıllarda kadar kurulduğunu unutmayalım. Yani artık sanayi ülkelerin akarsularında kurulabilinecek büyük baraj projesi pek kalmamıştır.

Yerkürenin güneyinde ve yoksul ülkelerde büyük baraj projelerin inşaası bütün hızıyla devam etmektedir. Bundan dolayı burda barajlar ciddi toplumsal sorun olmaya devam etmektedir. Bu ülkelerin hükümetleri uyguladıkları yanlış ve dar enerji, tarım ve kalkınma politikalarından dolayı çok sayıda baraj planlanmaktadır. Bu planlama, uluslararası hidroenerji şirketlerin ve bu şirketlerin geldiği ülkelerin hükümetlerinin katılımıyla yapılmaktadır. Güney yerkürede kurulan her büyük barajın konsorsiyumunda uluslararası şirketler de genelde yer almaktadır. Kapitalist sanayi ülke hükümetleri, verdikleri finansal ve siyasal desteklerle mutlaka yaygınca baraj kurulmasını “tavsiye etmektedirler”. Güneyli hükümetlerin buna pek direnmeye çalıştıkları da söylenemez, zira sonuçta bu ülkeler kapitalist ülkelerin ekonomik desteklerine sürekli ihtiyaç duyacak şekilde şekillenmişler ve bu hükümetlerin teknik elemanları kapitalist sanayi ülkelerinin mentalitesine göre eğitim görmüşler ki kalkınma politikalarını da buna göre geliştirmektedirler. Kendisini solcu olarak tanımlayan hükümetlerin çoğu bile – en kötü örnek Brezilya’dır – baraj yapımına hızla devam etmektedirler. Ekvador’daki gibi bazı solcu hükümetlerin bazı büyük baraj projelerinden vazgeçmesi olumlu olsa bile bu sonucu fazla değiştirmemektedir.

Baraj kurmak enerji, tarım ve kalkınma alanında kısa vadeli hedefleri gerçekleştirmek için en kolay yollardan biridir. Barajlar kuruldu mu kısa ve orta vadeli hissedilir bir gelir sağlar, bunu da öncelikli olarak gelecek seçimi kazanmayı düşünen hükümetler severler. Yine büyük alt yapı projelerinde iktidar sahipleri için haraç alma imkanı da yüksek olduğunu unutmayalım. Ayrıca baraj inşaatı boyunca çok sayıda insana iş sağladığı için de tercih ederler. Barajlar kurulunca  da enerji, tarım ve içme suyu temin etme alternatifleri üzerinde fazla durmak gerekmiyor zaten. Uluslararası konvansiyon ve sözleşmelerde hidroenerjinin sık sık “yenilenebilir” enerji türü olarak sayılması da bu politikayı desteklemektedir. 1997’de iklim değişikliğini sınırlama amaçlı imzalanan Kyoto sözleşmesi kapsamında Kuzey ve Güney ülkeleri arasında sera gazı emisyon ticaretine hidroenerjinin dahil edilmesi tesadüf değil (inglizce tanımı: Clean Development Mechanism). Buna göre; sanayi ülkesi kökenli bir şirket Afrika’nın bir yerinde enerji amaçlı HES veya rüzgar santralı kurunca kendi ülkesinde ilaveten daha fazla sera gazı havaya salabilir. Şirket açısından bu yol kendi ülkesinde sera gazı salınım hakkını satın almaktan daha ucuz. Bir araştırmaya göre bu şekilde kurulan yenilenebilir enerji potansiyelin yarısı iklim açısından bir yararlılığı olmadığını gösterdi. Bu da var olan ironinin bir başka perdesi.

Barajlar kategorize edilirse şu tespitte bulunmak doğru olacaktır: Barajlar ne kadar büyük olurlarsa bir çok açıdan o kadar kapsamlı etkilere ve risklere neden oluyorlar. Daha büyük bir suni göl ile göçe zorladıkları insan sayısı artıyor, toplumun kültürel mirası daha fazla su altında kalıyor, ekolojik etkiler daha az öngörülebiliniyor, daha fazla doğa su altında kalıyor, iklim ve bioçeşitlik üzerindeki etkiler büyüyor, akarsu aşağı bölgelerde topluluklar daha fazla etkilenebiliniyor, barajın inşa maliyeti artıyor ve finansal risk büyüyor. Fakat bu belirtilen küçük barajların olumsuz etkileri sınırlı olduğu anlamına otomatikmen gelmiyor. Bazen büyük oranda serbest akan bir akarsu üzerinde kurulan bir küçük baraj bile ekosistem üzerinde büyük olumsuz etkilere neden olup akarsu balıkçıların hareket alanını ciddi oranda sınırlayabiliyor. Ayrıca ılıman bölgelerde kurulan barajların yarı-kurak, kurak ve tropikal bölgelere göre olumsuz ekolojik etkileri bazen daha az olabiliyor. Bunu Orta-Kuzey-Batı Avrupa’da kurulan barajların tecrübesine dayandırabiliriz. Yine barajlarda çok özel bir sorun zamanla hacminin tortu (sediment) ile dolmasıdır. Eğer baraj gölünde hacmin kaybını önleyemeseniz ve gelen tortu miktarı yüksek ise – dünyanın çoğu bölgelerinde tortu miktarı yüksektir – bir süre sonra barajın ekonomik işletmesi tehlikeye girer. Yarı-kurak bölgelerde bu bazen 50 yıl sonra gerçekleşebilir, Avrupa’nın bazı bölgelerinde ise bu 200-300 yıl sonra sorun oluyor.

Barajların başka bir boyutu daha var: Barajların kurulmasıyla devletler ve şirketler doğa ve doğal kaynaklar üzerinde daha fazla hakim oluyorlar; doğal kaynakları ekonomik kâr döngüsüne dahil ediyorlar. Bütün devletlerin önemli bir özelliği toplumu ve doğayı tamamen kontrol altına alma arzularıdır. Kapitalini sürekli arttıran ve yeni yatırım olanakları peşinde olan büyük şirketler de daha fazla sahneye çıkınca, barajların kurulması kaçınılmaz olmaktadır. Akarsulara kurulan barajlarla hem su kaynakları çok iyi kontrol edilebiliyor hem de çok ideal tarzda kâr sağlanılıyor. Bunun sonucunda barajın üst ve aşağı kısmında akarsuyun yakınlarında yaşayan halkın artık suyu eskisi gibi kullanamaz hale geliyor olması iktidarlar açısından sorun olarak görülmüyor.

Barajların kurulmasının başka bir açıdan daha önemi vardır: Ekonomik yönden daha az gelişmiş ülkelerde nüfusun halen arttığını, bireylerin yaşam standartının hızla yükseldiğini, sanayi ve tarımın büyüdüğünü, su kaynaklarının kirliliğinin arttığını ve küresel iklim değişikliğinin yağış rejimini uzun vadeli değiştirdiğini dikkate alırsak baraj sorunu toplumdaki temel sorun veya çelişkilerinden biri olmaya devam edecektir. Bu açıdan su kaynaklarına hakimiyet daha da önem kazanmaktadır. İklim değişikliğine neden olan faktörleri ortadan kaldırmak yerine devletler daha çok kendi aralarındaki rekabeti fiiliyatta görmektedirler. Bundan dolayı da büyük uluslararası akarsuların üst kısmındaki devletler büyük baraj kurmayı tercih ederler ki böylece aşağı bölgedeki devletler üzerinde uzun vadeli bir baskı aracına sahip oluyorlar. Tatlı su kaynaklarının, özellikle de akarsuların kontrolü çoktan tartışılmaya başlanmıştır. Barajlar, akarsuları kontrol etmek için en etkili araçtır.

Belirtilenlerin ışığında barajları, özellikle de büyük olanları, ekolojik açıdan olduğu kadar insan topluluklarının suya adaletli erişimi açısından da büyük risk taşıyan bir yapı olarak görmemiz lazım. Barajlar suyu kontrol etmek suretiyle aşağı akarsu bölgelerindeki insanlara karşı kullanılıyorsa bu bir insan hakkı ihlalidir. Barajlar şirketlere enerji üretimi amaçlı yaptırılıyor ve işletmesi onlara bırakılıyorsa – bir HES amortize sürecinden sonra yüksek kâr bırakır – ve bunun sonucunda toplum suyu kullanamıyorsa, bu da suya erişim hakkının engellenmesidir. Yine bir şirket, bir bölgede içme suyu amaçlı baraj kuruyorsa o bölgenin insanları bu şirkete ve onun belirleyeceği su fiyatına bağlı hale geliyor.

Baraj taraftarları barajların getirilerini övmekten geri durmazlar. Ancak bu çevrelere şöyle bir yanıt vermekte yarar var: Toplumumuzun gerçekten bu kadar enerjiye ihtiyacı var mı? Özellikle sanayi ülkelerinde gereksiz şekilde enerji harcanmıyor mu? Yine çok övülen sulamayı da sorgulamamız lazım. Bir kısım insanlar gerektiğinden fazla yemiyor mu ve bundan dolayı obez olmuyorlar mı? Sulama sonucu küçük köylüler rekabet karşısında topraklarını kaybedip yoksullaşmıyor mu ve sulanan alanlarda gelişen monokültürle ciddi oranda hayvan ve bitki türleri, kültürel miras sayılacak tarım çeşitleri kaybolmuyor mu? Sulamada yanlış eğitim ve teknikten dolayı suyun önemli bir miktarı kaybolmuyor mu? Küresel ölçekte, toplumu daha sosyal, daha az sömürülen, eğitim seviyesinin her yerde benzer olduğunu, kadının daha az ezildiğini düşünürsek nüfus da ona göre daha az artış göstermez mi ve buna paralel gıda ihtiyacı daha az artmaz mı? Enerji, gıda ve içme suyu konusunda sorunun temel kaynağı sürekli büyüyen kentler değil mi? Kapitalist küreselleşme sonucu malların üretimden sonra dünyanın diğer köşesinde satılması aşırı bir taşımacılığa, fosil kaynaklarının kullanılmasına ve yerel pazarların yok olmasına neden olmuyor mu? Bu gibi soruları çoğaltabiliriz. Bu soruları sormamızın nedeni toplumdaki ilişkileri daha iyi anlamak ve aslında gereksiz baraj ihtiyacının nasıl ortaya çıktığını anlamak içindir.

Barajlarla ilgili tecrübemizde olumsuzluklar haklı olarak çok ön plana çıkıyorsa da belli şartlarda bazı barajların getirisinin kayıba göre daha fazla olabileceğini unutmayalım. Sanayileşmiş ülkelerde bazı barajlar var ki – sayısı az da olsa – getirisi kayıptan fazla olduğu toplumun çoğunluğu tarafından kabul görmüş ve Güney ülkelerinde olduğu gibi fazla tartışmalı değiller. Türkiye Cumhuriyeti gibi ülkelerde barajların kayıpları etkilenen toplulukların çoğu tarafından görülse de farklı durumlar da söz konusu olabilir. Küresel çapta planlanan veya uygulanan barajların ortak özellikte etkileri olsa da her bir barajın özgün durumu da olabilir. Barajlardan zarar gören topluluklarda barajlara karşı haklı olarak genel bir tepki olsa da – ki bu tür büyük alt yapı projelerine hep kuşkulu bakmak lazım – prensipte bütün baraj projelerini reddetmek bazen biraz eksik bir yaklaşım olabilir. Barajların yapılıp yapılmaması konusunda yüksek standartların olmasını hedeflemek daha doğru olacaktır. Peki bu yüksek standartlar ve kriterler ne olabilir?

En başta toplumsal olgulara demokratik ve sosyal bakış açısı geliştirmek gerekir. Bu da su kaynaklarına demokratik-ekolojik bir yaklaşımı ortaya koymaya neden olabilir. Böylesi bir yaklaşım çerçevesinde ilk yapılması gereken, su kaynaklarının nasıl kullanılması konusunun yerele devredilmesidir. Bunu somut olarak‚ “demokratik-ekolojik su havzası yönetimi” olarak adlandırabiliriz. Akarsu ve/veya göl havzalarına göre yönetim birlikleri oluşturulursa çok daha sosyal, etkili, ekolojik ve katılımcı kararların verilmesi sağlanabilir. “Yerel” ile en başta belediyeleri, il/eyalet meclislerini, su, baraj, çevre, enerji, tarım, bölgesel kalkınma ile alakalı çalışan sivil toplum kuruluşlarını, ilgili sosyal hareketleri ve meslek kuruluşlarını kastediyoruz. Yerelin kararları halkın çıkar ve ihtiyaçlarını dikkate alır, ekosistemlerin fazla zarara uğramasını önler ve uzun perspektifli olur. Kararı merkezi hükümetler  verirse hep “büyük” düşünürler ve yerelin durumunu dikkate almazlar. Bu bakış açısıyla büyük kent ve sanayi merkezlerinin ihtiyaçları temel alınır, ülkenin sorunlarına hep “büyük” çözüm aranılır ve yereldeki üretim şekilleri hiçe sayılıp “modern” teknolojiler uygulanır. Merkezi hükümetler ayrıca büyük şirketler tarafından etki altına alınırlar. Büyük şirketler istisnasız ekonomik kârı düşünür ve bunun için insan ve doğayı hiçe sayar. Alınacak kararların şeffaf ve katılımcı bir şekilde olması durumunda, kararların arkasında yereldeki halkın çoğunluğunun onayı da söz konusu olacaktır. Somut tartışılan planlama ve projelere göre, ilgili projeden etkilenen tüm insanların da paydaş olarak karar sürecine en aktif bir şekilde dahil edilmesi kendiliğinden anlaşılırdır. Bir barajın yapılması konusunda şu kriterler ve stratejik öncellikler temel alınmalıdır:

– Ekolojik sistemin fonksiyonları, değerleri ve gereklilikleri ile toplumun geçim kaynaklarının buna ne kadar bağlı olduğu ve onları nasıl etkilediğini anlamak, gelişme seçenekleri için alınan karalardan önce gerçekleştirilmelidir. Bu çerçevede “su hakkı”nın vazgeçilmez, temel bir  “yaşam hakkı” olduğu gerçeği kabul edilmelidir. Su’ya doğanın tüm canlılarının (insan, hayvan ve bitki) yeterli miktarda ve iyi kalitede erişim hakkı sağlanmalı ve kullanım hakkı engellenmemelidir.

– Bu gerçekten yola çıkarak; su kaynaklarının asla özelleştirilemeyeceği, ticari bir mal olarak görülemeyeceği, her türlü mükiyet, kullanım, idare ve tasarruf haklarının da yine her türlü ulusal ve uluslararası rant gruplarına satılamayacağı, devredilemeyeceği kabul edilmelidir.

– Hükümetler, şirketler, belediyeler gibi kesimler tarafından belirlenen su, gıda ve enerji talepleri gerçekten ihtiyaç mıdır? Demokratik ve ekolojik toplum düşüncesi çerçevesinde toplumun gelişmesi ve sosyo-ekonomik kalkınma hedeflerinin sorgulanması gerekir.

– Gerçekten artan su, gıda ve enerji taleplerine cevap olabilmek için insan, kültür ve doğaya çok daha az zarar veren alternatifler var mı?

– Barajın yapılması için önerilen “havza su yönetimi”nin onayı olması gerekir. Havza su yönetimi’nin onayı bölgedeki halk anlamına gelir. Bu yoksa projenin başarılı olması pek beklenemez.

– Baraj projesinin uygulanacağı bölgede, etkilenen insanların onayı kesinlikle alınmalıdır.

– Bunun için etkilenenlerin hak ve mağduriyetleri tanınmalı ve barajdan gelecek gelirlerin bir kısmı etkilenen toplulukların baraj sonrası güçten düşmesini engellemek amacıyla paylaşılmalı. Etkilenen insanlar için uygulanacak yeniden yerleşim süreci sonucu, etkilenen hiçbir insan önceki yaşam seviyesinin altına düşmemeli.

– Yeni bir baraj kurmak yerine belirtilen hedefler için var olan barajların performansların arttırılması mümkünse, bu yol öncelikle seçilmelidir.

– Halkın güvenini temin etmek ve itimat kazanmak için hükümetler, geliştiriciler, düzenleyiciler ve operatörler barajların planlama, uygulama ve çalışması için  verdikleri bütün sözleri yerine getirmelidirler.

– Birden çok ülkenin paylaştığı akarsularla ilgili “1997 Birleşmiş Milletler sınırları aşan ve taşımacılığa uygun olmayan akarsular konvansiyonu”na dayalı ve karşılıklı kabul göre makul anlaşmalara gidilmeli ve bunu yaparken ihtiyaca göre paylaşımın yanında, ekolojik kriterler de dikkate alınmalı, bu tür anlaşmalarla olası gerginliklerin önüne geçildiğinin ve yeni dostluk köprülerinin kurulabileceğinin farkına varılmalıdır.

– Önemli kültürel mirasın olduğu bölgelere kesinlikle baraj ve HES’ler yapılmamalı ve bu kültürel mirasla bölgesel kalkınmayı sağlayacak girişimler önemsenmelidir.

– Bir kaç yıldır ülkemizde de açıkça hissedilen iklim değişikliği konusu, oluşturulacak yeni yaklaşıma dahil edilmelidir.

12 Ocak 2010 tarihinde ülkemizin değişik bölgelerinden bir araya gelen 13 baraj ve HES mağduru hareket bu talepler ışığında‚”Yeni Bir Su Politikasına Çağrı” metnini yayınlayarak akarsu, baraj ve HES’lerle ilgili tartışma ve çatışmalarla ilgili yeni bir sayfa açtı. Toplumun bütün kesimleri bu tartışmaya katılmaya davetlidir: www.akarsuhareketleri.org