Su Hakkı ve Suyun Özelleştirilmesine Karşı Bazı Anayasal Tecrübeler*

Tolga Şirin

Su, özel mülkiyetin ortaya çıkışından, dinsel inançlardan, aile, devlet ve benzeri kurumlardan, günümüzde güvence altına alınmış bütün hak kategorilerinden, hatta insandan bile önce var olan bir elementtir. Su, kelimenin her anlamıyla doğallık içermektedir. Dolayısıyla hukuken “doğal haklardan” bahsedilecekse, belki de en doğal hakkın, insanın su üzerindeki hakkı olduğu söylenebilir. Öyle ki Chatrapati Singh’in, öğretide birçok yazara esin kaynağı olmuş tespitine göre “dharmasastras ve İslam yasaları dâhil olmak üzere bütün eski hukuk sistemlerinde, ayrıca modern dönemde de geleneksel hukuk içerisinde su hakkının varlığını koruyor olması; bu hakkın, modern devletlerin yaptığı kanunların ürünü olma ihtimalini tamamen ortadan kaldırmaktadır[1].”

Diğer yandan su ile kurulan bu ilişkinin yalnızca insanla sınırlı olmadığı; hayvanlar, bitkiler veya kısacası bütün canlılar için de evrensel açıdan  söz konusu olduğu açıktır. Ancak diğer canlılardan farklı olarak insan, su ile kurduğu ilişkiyi sadece “yaşamsal” temelde gerçekleştirmemektedir. Su, çeşitli insan toplulukları açısından kültürel bir değer taşımakla birlikte, yine insanlar/insan toplulukları açısından “mülkiyetin” konusunu da oluşturmaktadır. Su üzerindeki mülkiyet, en ilkel haliyle bedensel ya da çevresel temizlik için ve doğrudan/dolaylı temel besin üretimi/tüketimi ve de barınma için olabileceği gibi, başta enerji üretimi olmak üzere birçok teknolojik, ticari veya endüstriyel kullanımın da esasını oluşturmaktadır. Hal böyle olunca suyun, kapitalist dünyada bir meta olarak pazarlanması, kamusal güvencelerden yoksun bırakılıp ticaret nesnesi haline getirilmesi de şaşırtıcı olmamaktadır.

İşte bu şaşırtıcı olmayan durumun, yine şaşırtıcı olmayan ve fakat son derece kaygı uyandıran bazı sonuçları söz konusu olmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, 1,1 milyardan fazla insan temiz içme suyuna, 2,6 milyardan fazla insan ise temizlik için ihtiyaç duyulan suya ulaşamamaktadır[2]. BM Genel Meclisi’nin, haziran ayının sonundaki 122 leh 41 çekimser oyla kabul edilen “güvenli ve temiz içme suyu ve yeterli sağlık koşulları hakkını, yaşam hakkı ve tüm insan haklarından yararlanmak için temel bir insan hakkı olarak” tanıyan kararında da bu veriler aşağı yukarı benzer biçimde tekrar edilmiştir. Buna göre, örneğin yine yeterli içme suyu ve sanitasyonun bulunmaması ile bağlantılı olarak, her yıl sadece (5 yaşın altı nüfusta) yaklaşık olarak 1.5 milyon çocuk ölmekte ve 443 milyon okul günü kaybedilmektedir.

İşte söz konusu trajik veriler, biz insanların su üzerine düşünmesini, (hatta düşünmenin ötesinde) harekete geçmesini zorunlu kılıyor. Gerçi halihazırda bu konuya ilişkin mevcut ve gelişmekte olan bir hareketlilik söz konusudur. Konu ile ilgilenenler arasında, gerek devletler ve çok uluslu şirketler, gerekse hükümet dışı örgütlenmeler ve aktivistler bulunmakta; konunun tam ortasında ise, suyun bir insan hakkı olabilirliği tartışılmaktadır.

“Bir İnsan Hakkı Olarak Su Hakkı”

Suyun bir hak olarak bir çok insan hakları (veya insancıl hukuk) metninde açıkça yer aldığı görülmektedir. Örneğin Cenevre Sözleşmelerinde sivillerin, savaş mahpuslarının, çatışma mağdurlarının vs., savaş ve mahpusluk sırasında hayatta kalması ve temizlik vb. ihtiyaçlarını karşılaması için gerekli olan suya erişim hakları güvence altına alınmıştır[3]. Bunun dışında Kadınlara Karşı Her Türü Ayrımcılığın Tasfiye Edilmesine Dair Sözleşme’de (md.14/2-h) kadınların, Çocuk Hakları Sözleşmesinde de (md. 24/2-c) çocukların temiz içme suyuna erişim haklarından açıkça bahsedilmektedir.

Öğretide, su hakkının bu temel metinlerin yanında (açıkça su hakkından bahsedilmese bile) çeşitli sözleşmelerde güvencelenen başka haklara içkin olduğu yönünde yaygın bir kabul bulunmaktadır. Öyle ki suyun, yaşam hakkı ile bağlantılı olarak birinci kuşak; sosyal bir güvence anlamında ikinci kuşak ve çevresel bir element olmasından dolayı üçüncü kuşak hak olma niteliği, bu hakkın farklı kategorideki belgelerde dolaylı olarak da kendisine yer bulmasına neden olmaktadır. Bu bağlamda öncelikle “su hayattır” deyişinden hareketle yaşam hakkının bir parçası olarak ele alınabilecek suyun, çevre hakkı ile ilişkili olarak ileri sürülebilirliği düşünülebilecektir. Ancak konu “suyun metalaşması tartışması” olacak ise, konunun merkezine ister istemez suyun “sosyal” değeri yerleşecektir.

Suyun resmen sosyal bir hak olarak ele alınışı, BM bünyesinde üretilen Ekonomik, Sosyal  ve Kültürel Haklar Sözleşmesi (ESKHS) sözleşmesi ekseninde  gerçekleşmiştir. Sözleşme maddelerini yorumlamakla yetkili ESKH Komitesi’nin yakın zaman önceki  15 no’lu genel yorumunda su hakkı, “Herkesin, yeterli beslenme, giyim ve konut da dâhil olmak üzere, kendisi ve ailesi için yeterli bir yaşam düzeyine sahip olma ve yaşam koşullarını sürekli geliştirme hakkına sahip olduğunu” ifade eden 11’inci madde çerçevesinde, yeterli konut ve yeterli beslenme hakkının; “herkesin, ulaşılabilecek en yüksek fiziksel ve zihinsel sağlık standardına sahip olma hakkını” ifade eden 12’inci madde kapsamında da sağlık hakkının ayrılmaz bir parçası olarak ifade edilmiş ve şu şekilde tanımlanmıştır: “Su hakkı, herkesin kişisel ve ev içi kullanımları için yeterli, güvenli, kabul edilebilir, erişilebilir ve bedeli ödenebilir suya sahip olma hakkını öngörmektedir[4].”

Sözleşmeye taraf devletler için; suyu (örn. Türkiye-Suriye ilişkilerinde görüldüğü gibi) ambargo veya ekonomik-siyasi baskı aracı olarak kullanmama, (bazı görüşlerin savunusunun aksine) gecekondu mahalleleri vb. yasadışı yerleşimlere konut ve arsa durumuna bağlı ayrımcılık yapmama, (son dönemde Türkiye’de yetkililerce sıklıkla savunulanın aksine) su yönünün değiştirilmesi ve baraj yapımı yoluyla su kaynaklarının ölçüsüzce tüketimini azaltmama, (neo-liberal trende rağmen) ülkenin su hakkını tam anlamıyla hayata geçirme kapasitesini azaltacak veya kapasitesine engel olacak nitelikte ticaretin liberalleşmesi ile ilgili antlaşmalar yapmama ve (her ne kadar hükümetler sıcak bakmıyor olsa da) hesap verilebilirlik, şeffaflık, yargı bağımsızlığı ve temel olarak su kaynağından yararlananların o su kaynağı üzerine planlanan projelerde belirleyici olduğu bir katılımcılığa dayanan ulusal su stratejisi ve eylem planı hazırlama gibi çok önemli yükümlülüklere işaret eden 15 no’lu genel yorum, su hakkını ortaya koyarken, hakkın merkezinde yer alan “suya” ilişkin olarak ise yeterlilik, kalite ve erişilebilirlik öğelerini özellikle ön plana çıkartmıştır.

Genel yorum’da kaliteli suyun, koku renk ve içerdiği mineraller itibariyle sağlıklı olması gerektiği ifade edilmiştir. Yine belirtmek gerekir ki yeterlilik ve erişilebilirlik konusundaki tespitler, hakkın içeriğine ilişkin çerçeve oluşturacak nitelik taşımaktadır. Söz konusu çerçevenin içeriği, çeşitli yan okumalarla doldurulabilir. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre suya ulaşım, mekansal açıdan 1 kilometreden, zamansal açıdan 30 dakikadan fazla sürüyorsa “erişebilirlik” söz konusu değildir. Mekansal açıdan 100 metre, zamansal açıdan ise 5 dakika içinde (en azından bir musluğa) ulaşılması durumunda ise “orta düzey erişimden” bahsedilebilmektedir. Son olarak suya ev içinde ve birden çok muslukla erişim ise, optimal erişim olarak değerlendirilmektedir[5]. Şüphesiz ki optimal erişim, su hakkının fiziksel erişebilirlik unsuru açısından ideal olanıdır.

Kaydetmek gerekir ki suya erişimin ekonomik boyutu, yani doğal bir kaynak olan suyun para ile alınıp satılması meselesi de son derece tartışmalı bir konudur. Hinduizm veya İslam gibi bir takım dinler, suyun ticari hale getirilmesine karşı mesafeli olduğu gibi, bizzat taban aktivizmine dayanan bir çok hükümet dışı örgütlenme de suyun bir meta olmaktan çıkartılıp, temel insan ihtiyaçları açısından parasız hale getirilmesini savunmaktadır.

Bununla beraber suyun ticarileşmesi konusunda ısrarlı bir lobi faaliyetinin bulunduğu da bilinmektedir. Nitekim bu zıtlık, son on yıldır su hakkı tartışmalarının iki farklı kanadını oluşturmaktadır. Söz konusu tartışmalı süreç esasen 80’li yılların “katı olan her şeyi tekrar tekrar buharlaştıran” neo-liberal politikalar ekseninde ivme kazanmıştır. Bu politikaların kurumsallaştığı bir dönemde,  1992 yılında Dublin’de yapılan “Su ve Sürdürülebilir Kalkınma” konferansında, “suyun tüm kullanım alanlarında ekonomik değere sahip bir kaynak olduğu ve ekonomik bir meta olarak görülmesi gerektiği” tespitinden hareketle, “temel bir hak olarak bütün insanların temiz su ve sanitasyona ödenebilir bir fiyatla erişme hakkından” (ilke 4) bahsedilmiş ve anılan tespitle beraber suyun ekonomik bir meta olarak ele alınış süreci hız kazanmış, daha doğrusu suyun israfı ve çevrenin talanına karşı  ücretlendirme politikalarının geçerliliği daha çok ileri sürülmeye başlamıştır.

Bu süreçte suyun tıpkı eğitim, sağlık vs. gibi ücretsiz bir insan hakkı olarak güvencelenmesi gerektiğini savunanlar, su hakkının sosyal niteliğine vurgu yaparak, devletin bu konuda yükümlülük altına girmesi gerektiğini, sosyal devletin varlık sebebinin bu tarz yükümlülükler olduğunu, mevcut vergiler vasıtasıyla su tesisatının ve su kaynaklarının maliyetinin çıkarıldığını, dolayısıyla suyun “ücretsiz olması” gerektiğini ileri sürmüşlerdir. İsraf konusundaki eleştirilere karşı olarak da sosyal/hak temelli yaklaşım, günlük olarak bir insanın ihtiyacına karşılık gelen asgari kullanımla sınırlanmış ücretsiz su temin etme politikasının israf sorununu çözeceğini ileri sürmektedir. (Bir insanın günlük olarak yeme, içme, temizlik vb. ev içi ihtiyaçları için ihtiyaç duyduğu asgari miktar, Dünya Sağlık Örgütüne göre 20 litre,  aktivistlere göre ise 50 litredir.)

Yeri gelmişken, gerçekten de bazı pratikler, suyun ücretsiz olmasının da bir tür israfla mücadele biçimi olduğunu göstermektedir. Örneğin  Dikili Belediyesi’nin 10 tona kadar ücretsiz su dağıtımı uygulaması, belediye sakinlerinin kolektif iradesi ve 10 tondan sonra “para verilecek olması” bilinciyle daha az su harcamasına neden olduğu bilinmektedir[6]. Belirtmek gerekir ki, dünyadaki bütün su tüketiminin içinde ev içi tüketimin sadece % 6’ya karşılık geldiği yönündeki veri, ev içi kullanım için gerekli olan asgari miktarda suyun ücretsiz olma ihtimalini gerçekçi hale getirmektedir.

Sosyal Hak Temelli Yaklaşım Suyun Özelleştirilmesine Karşıdır

Metalaşmaya karşı hak temelli eğilim, yaklaşım biçimine paralel olarak suyun özelleştirilmesine de karşı çıkmaktadır. Çünkü bu yaklaşıma göre suyun özelleştirilmesi durumunda, kamusal güvenceye nazaran ve pazar koşullarının gereği olarak,  suyun kalite ve miktarındaki düşüş ve fakat bunun aksine ücretlerinde yükselme olacaktır. Bu savın, suyun özelleştirilmesinin yaşandığı ülkelerde geçerli olduğu gözlemlenmektedir. Bu konuda en belirgin örneği Bolivya oluşturmaktadır.

1999 yılının Haziran ayında Bolivya-Cochabamba’daki su durumuna ilişkin olarak Dünya Bankası’nca hazırlanan rapor çerçevesinde su sistemleri özelleştirilmiştir. Söz konusu raporda, Bolivya devletinin su hizmetindeki fiyat artışlarını önlemeye yönelik ayırdığı kamusal ödeneğin, bütçe için bir yük olduğu ve ülkenin borçlarının ödenmesi için  özelleştirilmeye gidilmesi gerektiği önerilmiştir. Bu öneriler ışığında çıkartılan yasa çerçevesinde, su kaynaklarının özel bir şirkete devri söz konusu olmuştur. Su, bir defa piyasa koşullarına açıldıktan sonra,  yurttaşların -yağmur suyunun biriktirilmesi dâhil- başka türlü su temin etmesi yasaklanmıştır. (Yani yağmur suyu dahi özelleştirilmiştir.) Ayrıca, yapılan sözleşmelerde, şirketlere her sene yatırımlarının belli bir oranında (bu örnekte %16) “kâr” garantisi verilmiş, bu nedenle de suya sürekli olarak zam uygulanmıştır. Bu sürecin sonunda ise faturalarda % 300’lere varan fiyat artışları söz konusu olmuştur[7]. Böylesi bir artışın ise su hakkının “ekonomik erişilebilirlik” unsurunu ortadan kaldırmış olduğu; dahası, yoksullar ve dışlanmışlar açısından bir yıkım anlamına geldiği açıktır. Bununla beraber belirtmek gerekir ki bu fahiş yıkım, anılan tecrübeleri yaşayan ülkelerin anayasalarında da köklü bir farklılaşmanın önünü açmıştır.

Bugün aralarında Belçika (md.23 için askıda teklif), İsviçre (md.76) ve Portekiz (md.81/n) gibi Avrupa ülkeleri de dahil olmak üzere 30’a yakın ülke anayasasında su bir hak olarak güvencelenmektedir. Su sorununu en doğrudan yaşayan Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin yoğunluk taşıdığı bu ülkelerin içinde, özelleştirme sürecinden yıkımla çıkan yeni tarihli bazı ülke anayasalarındaki düzenlemeler dikkat çekmektedir. Bu bağlamda, özellikle Bolivya ve Uruguay Anayasaları öne çıkan örneklerdir. Uruguay hükümetinin 2002 yılında Uluslararası Para Fonu (IMF) ile yaptığı antlaşma neticesinde imzalamış olduğu niyet mektubuna ve suyun özelleştirilmesine karşı bir tepkinin ürünü olarak kurulan “Suyun ve Hayatın Savunması için Ulusal Komisyon” (CNDAV) isimli sivil  örgütlenmenin yaptığı kampanyanın neticesinde halk inisiyatifi yoluyla bir teklif hazırlanmış ve bu teklif, yapılan referandumda halkın %62,75’sinin lehe oyuyla yürürlük kazanmıştır[8]. Halkın oyladığı metinde su hakkı temel olarak, “Su yaşam için temel doğa kaynağıdır. Güvenli suya ve temizliğe erişim temel bir insan hakkıdır” ifadesi ile güvencelenmiş, madde ile suyun kamusal mülkiyeti kaydedilerek devlete, doğa ile barışık ve kamu yararını ön planda tutacak planlı bir su politikasını gerçekleştirme yükümlülüğü yüklenmiştir. Yine belirtmek gerekir ki, maddenin son fıkrasındaki “Başka bir ülkenin su kaynaklarından yoksun kalması durumunda veya dayanışma amacıyla, her bir meclisin üye sayısının beşte üçü tarafından kabul edilecek bir yasa ile, bu ülkenin, su kaynaklarından yararlanabileceği kararlaştırılabilir.” ifadesi dikkat çekici olmakla birlikte,  anılan fıkradaki enternasyonalizm, bu hakkın evrensel niteliği açısından özellikle önem taşımaktadır. Öyle ki Uruguay’daki halk inisiyatifi ve bu hareketin bünyesinde taşıdığı enternasyonal ruh, diğer Latin Amerika ülkelerindeki kamuoyunu da etkilemiştir[9]. Bu bağlamda 2008 yılında halkoylaması ile kabul edilen yeni Ekvator Anayasasında su hakkı düzenlenirken, benzer bir ruh haliyle suyun kamusallığına vurgu yapılmıştır. Klasik liberal anayasaların aksine Ekvator Anayasasında dikkat çekici biçimde ve ilk olarak “su ve besin hakkı” (md.12) düzenlenmiştir: “Bir insan hakkı olarak su temel ve öncelikli bir haktır. Yaşam için  elden çıkartılamaz, feshedilemez, el konulamaz temel bir değer olan su, kamunun kullanımına yönelik stratejik bir ulusal servettir[10].”

Bu düzenlemenin yanı sıra Ekvator Anayasasında ayrıca “iyi yaşam kuralları” başlıklı yedinci bölümünün altıncı kısmının “su” konusuna ayrıldığı görülmektedir. Bu kısımda da iki ayrı maddede devletin yeterli miktar ve kalitede suyu tedarik edilebilmesi için, su kaynaklarının ekosistem ve çevre ile uyumlu olarak koruma, yenileme ve sürdürülebilirliğini sağlama ödevinden bahsedilmiş (md.411) ve bunun gerçekleşmesi için devletin çevreci bir yönetim sağlayarak planlama-düzenleme yapma ve kontrol etme sorumluluğu ortaya konulmuştur. (md.412)

Anayasal ve kamusal su hakkı mücadelesinin son halkasını ise Bolivya  Anayasası oluşturmaktadır. 2008 yılında yapılan referandum sonrası 2009 yılında yürürlüğe giren, çiçeği burnunda “Çoğul-milletli Bolivya Devleti Anayasası’nın”[11] 20’inci maddesi şu şekildedir:

(1) Herkes evrensel nitelikteki içilebilir su (…) hizmetlerine eşit olarak sahiptir. (2) (…) Hizmet koşulları, katılımcılık ve sosyal denetim ile birlikte, evrensellik, hesap-verebilirlik, ulaşılabilirlik, süreklilik, kalite, etkililik, etkinlik, adalet ve güvenceli olma kriterlerini taşımak zorundadır. (3) Su ve temizliğe ulaşma bir insan hakkıdır, imtiyaz veya özelleştirme konusu olamaz ve kanuna göre ruhsat ve kayıt rejimine tâbidir.”

Su hakkına ilişkin yukarıdaki anayasaların isminin anılmış olması, su hakkının sadece bu ülkelerde tanındığı anlamına gelmemelidir. Su hakkı bir çok ülkede çevre, sağlık ve diğer sosyal haklarla birlikte yorumlanmak üzere yaşam hakkının bir parçası olarak içtihatlar yoluyla da tanınmaktadır. Diğer taraftan anayasaların dışında da birçok ülkede yasa düzeyinde su hakkına ilişkin düzenlemelere rastlanmakta, Belçika, İspanya, Finlandiya, İsveç, Rusya Ukrayna gibi ülkelerde su hakkının yasal olarak güvencelendiği görülmektedir[12].

Türkiye’de su hakkının anayasal değeri ve yakın gelecekteki olasılıklar

Tüm bunlardan sonra, sonuç itibariyle suyun kamusal mülkiyetinin, su hakkına ilişkin bir güvence olduğunu söylemek gerekiyor. Nitekim bu güvence, “insan haklarına ilişkin kamu hizmetlerinin özelleştirilememesi” ilkesinin gereğidir. Dolayısıyla bu konunun normatif açıdan açıkça ortaya konulması gerekmektedir. Yani su hakkının tüm unsurlarıyla herkesin sahip olduğu bir hak olarak düzenlenmesi ve devletin de bu hakkı yerine getirmek konusunda emredici biçimde mükellef kılınması önem taşımaktadır.

Türkiye’de su hakkının Anayasa’nın özellikle beslenme ve sağlık hakları gibi sosyal  boyutu ve yoksulların güvenceye kavuşması açısından başta sosyal devlet ilkesi (md.2) olmak üzere Devletin temel amaç ve görevlerini ortaya koyan 5’inci madde ile birlikte, Yaşam hakkı (md. 17), Kıyılardan yararlanma (md. 43), Sağlık hakkı (md. 56), Tarih, Kültür ve Tabiat varlıklarının korunması (mn.63) ve Tabii servetler (md.168) maddelerin anayasanın bütünlüğü ilkesi çerçevesinde sistematik bir metotla yorumlanması  halinde, anayasal düzeyde varlığından bahsedilebilir. Hatta su hakkının “konut hakkı” ile olan organik ilişkisi, (maddi anlamda konut hakkını düzenlememiş olsa da) 57’inci maddenin de bu yoruma dâhil edilebileceğini akla getirebilir. Ancak yine de yargının yorum faaliyeti, açık düzenlemelere göre daha az güvence içermektedir. Türkiye’de mahkemelerin yargısal aktivizm olarak nitelendirilen yorum faaliyetleri yoğun bir eleştiri altındadır. Dolayısıyla zaten hak temelli yaklaşıma ilişkin “sicili” sorunlu görülen yüksek yargının, bu konuda dinamik bir yorum faaliyeti içinde olacağı şüphelidir. Bu nedenle su gibi önemli bir konunun anayasal direktif ve emirleri içerecek biçimde bir düzenlemeye konu edilmesi çok olumlu bir güvence olacaktır.

Fakat yeni bir anayasa için hazırlanan “taslaklarda” bu yönde bir yaklaşımın bulunmadığı, hatta tersine sosyal hakların ve çevre hakkının sınırlandığı gözlemlenmektedir, buna paralel biçimde halihazırda küresel sermaye çevrelerinin istemleri çerçevesinde su kaynaklarının iyiden iyiye özelleştirilmesi veya daha açıkçası elektrik üretimi vb. savlara dayanılarak , derelerin ve diğer doğal varlıkların keyfi biçimde intifa ve irtifaka konu edilmesi, kiralanması, satılması yönünde bir eğilim gözlemlenmektedir. Bu konuda mecliste yeni yasa tasarılarının gündemde olduğu  da bilinmektedir. Hal böyleyken “aşağıdakilerin” Avrupasında yükselen tartışmalardan ve özellikle Türkiye ile bir çok açıdan benzer konumda bulunan Latin Amerika ülkelerindeki tecrübelerine dikkat kesilmek ve doğal yaşamı ve onun kaynağı olan suyu piyasanın insafına terk edilmesine karşı çıkmak son derece önemli bir hale gelmiştir.


* Ar. Gör. Tolga Şirin, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi-Anayasa Hukuku Anabilim Dalı. (Bu metin, daha önce Güncel Hukuk Dergisi Ağustos 2010 sayısında yayımlanmıştır.)

[1] Chatrapati Singh, Water Rights and Principles of Water Resources Management, New Delhi: Indian Law Institute, s.22. Aktaran: Jenny T. Grönwall, Access to Water: Rights, Obligations and the Bangalore Situation, Linköping Studies in Arts and Science No. 439, Linköping: Linköping University, Department of Water and Environmental Studies, 2008, s.157.

[2] WHO/UNICEF Joint Monitoring Programme for Water Supply and Sanitation, Water For Life: Making it Happen, France: WHO Library Cataloguing-in-Publication Data, 2005, s.4.

[3] Savaş mahpuslarına yapılacak muameleye ilişkin sözleşme, Savaş zamanında sivil kişilerin korunmasına ilişkin sözleşme, Uluslararası Olan/Olmayan Silahlı Çatışmalardan Mağdur olanların Korunması ile ilgili sözleşme vs.

[4] 15 no’lu Genel Yorum, par. 2-3. 15 no’lu genel yorum için bkz. Birleşmiş Milletler’de İnsan Hakları Yorumları:  İnsan Hakları Komitesi ve Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi: 1981-2006, Lema Uyar (der. ve çev.), İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2006.

[5] Guy Horward ve Jamie Bartram, Domestic Water Quantity, Service Level and Health, Geneva: WHO., 2003, s.22.

http://www.who.int/water_sanitation_health/diseases/WSH03.02.pdf (01.03.2010); Eral Topçu, “Bir İnsan Hakkı Olarak Su Hakkı”, İnsan Hakları Yıllığı, C.26, 2008, ss. 36-37.

[6] http://suplatformu.net/index.php?option=com_content&task=view&id=149&Itemid=1 (01.03.2010)

[7] Oscar Olivera ve Tom Lewis, Cochabamba: Water War  in Bolivia, Cambridge: South End Press , 2004, ss.8-10.

[8] http://www.foei.org/en/what-we-do/water-privatization/grassroots-highlights/uruguay.html (10.03.2010) http://upsidedownworld.org/main/colombia-archives-61/1885-colombians-build-support-for-a-constitutional-referendum-for-water- (08.03.2010)

[9] Latin Amerika’da Uruguay ile başlayan su hakkı mücadelesi, Ekvator, Bolivya ve yakın zamanda Kolombiya’da 2 milyondan fazla yurttaşın imzasına dayanan bir kampanya ile devam etmiştir.

http://www.waterjustice.org/uploads/attachments/Colombias-Constitutional-Reform.pdf (10.03.2010)

[10] http://pdba.georgetown.edu/Constitutions/Ecuador/ecuador08.html#mozTocId288188 (10.03.2010)

[11] Constitution of the Plurinational State of Bolivia (Bolivian Constitution) Francisco Valle V. (çev.), Amazon Digital Services, 2009.

[12] Çeşitli Avrupa ülkelerinde su hakkının ele alındığı ortak bir çalışma için bkz. http://www.euwareness.nl/results/ (08.03.2010) Ayrıca bkz. Ingrid Kissling-Näf ve Stefan Kuks (eds.), The Evolution of National Water Regimes in Europe: Transitions in Water Rights and Water Policies, London:Springer Publication, 2005.