Yarını satarak günü kurtarmak

Kaynak: Vatan, 30 Aralık 2011, Cengiz Aktar
Aybaşında Güney Afrika Durban’da Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin bilmem kaçıncı toplantısı 194 devlet arasında yapıldı ve yine bir fiyaskoyla sonuçlandı. Devletleri temsil eden siyasetçiler hiçbir konuda anlaşamadıkları üzerinde anlaşarak günlük siyasete geri döndüler. 1992’de Rio De Janerio’daki ilk toplantıdan beri olduğu gibi. Durban toplantısına katılan ulusüstü sivil toplum kuruluşları ise salondan atıldılar. İlerdeki toplantılardan men edilmeleri söz konusu. Beşeriyet, siyasi temsilcileri marifetiyle onyıllardır kendi istikbaliyle kumar oynuyor. Kalkınma/büyüme/zenginleşme saplantısı sonucunda ortaya çıkan topyekûn fakirleşmenin ve giderek yokolmanın ön işaretleri umurunda değil. Bütün hesaplar tabiat ile bir nevì inatlaşma üslubunda ve yarını satarak günü kurtarma üzerinden yapılıyor. Tıpkı kredi kartı gibi!

Tabiat dengelerinin gelip dayandığı sınırların dünyada yaşayan canlılar üzerinde oluşturduğu giderek artan baskı ve tahribat ile baş edebilme iddiası hâlâ geçerli. Teknolojiye duyulan tapınma mertebesinde güven, doğal kaynakların sonsuzluğuna olan cahilâne inanç, insanı öne çıkartan ama diğer canlıları görmeyen ahmakça kibir, varsıl insanların nasıl olsa bir çıkış yolunu bulacağını hesaplayan ama yoksulların hayatta kalma haklarını çoktan hesap dışına çıkarmış bir vicdansızlık… İddia ve inadın ardında bütün bunlar yani günümüzün yaygın çevre bilinçsizliği var.

Politika ya da politikasızlık, bu iddia ve inatla şekilleniyor. Kabaca iki çeşit politikasızlık mevcut. İlkin doğa tahribatının başlıca nedeni olan ekonomik sistemlerinden ve hayat standartlarından ne olursa olsun taviz vermeyen varsıl ülkeler. Her zaman ve aksi yönde bir dolu alternatif faaliyet olmasına rağmen son tahlilde salt ekonomik faydayı öne çıkartan, çevre korumanın maliyetinden dem vuran, doğacağı varsayılan işsizlikle vicdan sömürüsü yapan, lobicileriyle ‘yok canım öyle iklim değişikliği falan’ propagandasına para akıtan zihniyetin temsilcileri. Kapitalizmin ya da ekonominin sonsuz olduğunda ısrar eden, öte yandan doğanın sonsuz olmadığını bilmeyecek kadar sakat bir zihniyetin temsilcileri. Ya da bilen ve tam da bu yüzden yarını satarak günü kurtaranlar. Varsıl ülkeler siyasetçilerinin tasarlayabildikleri sinik çevre politikalarının özü bu.

Kalkınmakta olan ülkelerdeki politikacıların tavrı farklı değil. Kısaca söylenecek olursa ‘gelişmişler bizden önce istedikleri gibi kirlettiler, kirletmeye de devam ediyorlar, biz de onlar gibi kalkınmak, büyümek ve zenginleşmek için elbette kirleteceğiz’ yollu bir gaflet. Çevre sözü geçince karşısındakini rakama boğan, savunmacı, mağduru oynayan, konuyu ülkelerinin gelişmesini istemeyen emperyalist komplosuna indirgeyen, kendi çevrecilerini de onların maşası hainler olarak yaftalayan bir derin şuursuzluk hali. Sanki gelişen ekonominin kirlettiği ile gelişmiş ekonominin kirlettiği farklı dünyalarmışçasına…

Türkiye’nin takıldığı yer

Durban’da memleketi Kalkınma Bakanı temsil ediyordu. Bu dahi hükümetin kalkınmanın yanında çevreye verdiği önceliğin başlı başına bir göstergesiydi. HES karşıtı ‘emperyalist komplosuna’ ve ‘yerel işbirlikçilerine’ gelmeden uzmanlar bıkıp usanmadan Türkiye’nin iklim değişikliği ve güneşteki hareket sonucunda çölleşmekte olduğunu söylüyor. Milletçe cazibesine kapıldığımız büyüme/tüketim/enerji furyasının çölleşmeyi katlayacağını da…

Ali Çarkoğlu ve Ersin Kalaycıoğlu’nun İstanbul Politikalar Merkezi kapsamında ‘Türkiye’de Çevre 2010’ başlıklı kamuoyu araştırması çevre duyarlılığını irdeleyen yakın zamanda yapılmış bildiğim tek kapsamlı çalışma. Veriler hükümetin bu konudaki tavrının gerekçesini oluşturabilecek nitelikte: Yetişkin nüfusun çoğunluğunun aş, iş, ekmek gibi sorunlarının ötesinde bir çevre tehdidiyle karşı karşıya olunduğu algısına sahip olmadığı, ekonominin büyüme gereksiniminin çevre tehdidi oluşturmadığını düşünenlerin yüzde 70, hayatta çevreden daha önemli şeyler olduğunu düşünenlerin ise yüzde 48 olduğu, anlamlı bulgulardan birkaçı. Kamusal olana nefret seviyesindeki özensizliğin yanında tertemiz ev içlerinin Türkiyesinde şaşırtıcı değil.

Gelişmekte olan ülkelerde çevre bilinci pek yüksek olmasa da siyaset ve düşünce dünyası bu açığı kapatmak için var. Ama diğerlerinin aksine Türkiye’de kanaat önderlerinin pek böyle bir hassasiyeti yok. Ekonomi Bakanının hiç lafı dolandırmadan ekonominin önünde engel gördüğü çevreyi ‘Hazret-i ÇED’ diyerek alaya aldığı, çevreye yapılan topyekûn saldırıya karşı kurulan ‘Anadolu’yu Vermeyeceğiz’ platformunun yargılandığı, HES’e karşı çıkanın dayak yediği bir ülkede yaşıyoruz.

Geçende Aile Bakanı, nüfusun yaşlanmaya başladığını, ‘en az üç çocuk’ şiarının muhafazakâr erkek anlayışı değil, bilimsel yaklaşım olduğunu söylediydi. Çocuk getirecek dünya kalmayınca doğurmanın ne anlamı kalır?

Yılın son yazısıydı. 2012’nin zorlu geçeceğine hayli dair emare var. Her şeye rağmen sağlık ve sevgi temenni edelim, gerisi kolay.