Karadeniz’de doğayı savunmak – 2

karadenisdedogayisavunmak-2Kaynak: Özgür Gündem, Yusuf Gürsucu, 26 Şubat 2013
Geçtiğimiz hafta “Karadeniz’de doğayı savunmak” başlıklı yazımızın ilkini kaleme almış ve HDK’nin bölgeye yapacağı ziyarete değinmiştik. Bu hafta ki yazımızda da Karadeniz bölgesinde yaşanan ekolojik sorunları ele almaya devam edeceğiz ve son yaşanan provokatif saldırıları değerlendireceğiz.

Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü (KEİ)

Karadeniz’e kıyısı bulunan ülkeler arasında ve AB ile ABD”nin de içinde olduğu KEİ’nin (Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü) hangi amaçla kurulduğunu ve yaşamımız ile doğal yaşam alanları açısından nelere mal olabileceğine bakmaya çalışalım. 1 Temmuz 2012”den bu yana başkanlığını Türkiye’nin yaptığı bu örgütün amacı şöyle ifade edilmiş; “KEİ, üyesi ülkelerin potansiyellerinden, coğrafi yakınlıklarından, ekonomilerinin birbirlerini tamamlayıcı özelliklerinden yararlanarak aralarındaki ikili ve çok taraflı ekonomik, teknolojik ve sosyal ilişkilerini çeşitlendirmeleri ve daha da geliştirmeleri, böylelikle Karadeniz havzasının bir barış, istikrar ve refah bölgesi olmasını amaçlamaktadır. Bu amaca ulaşmak için seçilen araç ise ekonomik işbirliğidir.”

Geçtiğimiz yıllarda Kiev’de yapılan geniş Karadeniz bölgesi ve AB Dışişleri Bakanları toplantısı ortak açıklamasında aynen şuna işaret edilmiş; AB ile tamamı KEİ üyesi olan ülkeler arasında ulaştırma, enerji, örgütlü suçla mücadele ve ticaret alanlarında proje bazında işbirliğine yönelik siyasi irade sergilendiği ve söz konusu alanlarda işbirliği yapılacağı vurgulanmış. 2012 Haziran’da Sırbistan’da yapılan zirvede önümüzdeki 10 yıllık süreci belirleyen ekonomik gündem belgesi onaylanmış. Belgede şunlar yazılı; KEİ’nin iş birliğinin daha işlevsel hale getirilmesi ve sürdürülebilir kalkınma temelinde bölgenin “insan ve doğal” kaynaklarının daha etkin kullanılmasına yardımcı olması açısından büyük önem taşımaktadır. Önemli olan neymiş, “insan ve doğal” kaynaklar.

Emperyalistler ile Türkiye’deki işbirlikçileri yaşamın ve doğanın yok edilmesiyle sonuçlanacak politikalar için kol kola yürüyorlar. Karadeniz’in enerji ve doğal kaynaklara ulaşabilecekleri bir bölge olduğu ve bu açıdan çok önem verdiklerini yukarıda yaptığımız alıntılardan anlamak mümkün.

Kara ‘deniz’

1992 yılında açılmış olan Main-Tuna kanalı ile Tuna-Ren bağlantısı ve bununla birlikte Rotterdam’la Köstence arasında Kuzey Denizi ile Karadeniz bağlantısı oluşturulup Avrupa’nın neredeyse tüm atıkları Tuna Nehri yoluyla Karadeniz’e bırakılarak denizin adeta çöplük haline gelmesine yol açılmıştır. Hepimiz biraz farkındayız aslında Karadeniz artık can çekişen ölü bir deniz. Karadeniz’i kirleten en büyük kirlilik kaynağının başında Tuna Nehri bulunuyor. Ukrayna”nın Dinyeper nehri, nehir boyunca kurulmuş olan sanayi tesislerinin atıklarını Dinyeper”e ve dolayısıyla Karadeniz”e döktüğü diğer bir kirletici. Bir diğeri ise Don Nehri’dir.

Diğer kirlilik tehdidi ise tankerlerle yapılan petrol taşımacılığı ile petrol boru hatlarının Karadeniz içinden geçiyor olmasıdır. Olası bir tanker kazası ya da petrol boru hatlarında ki bir çatlak ile yaşanabilecek felaketler Karadeniz’in en önemli riskleridir. Bunlar yetmiyormuş gibi Meksika körfezinde büyük bir felaketin yaşanmasına yol açmış olan Shell firması ile birlikte TPAO ortaklık kurdu. Karadeniz’de petrol ve gaz aramalarını yoğunlaştırma kararları aldıklarını basından okuyoruz ve dua ediyoruz Meksika’da yaşananlar bölgemizde de yaşanmasın” diye.

Karadeniz’in neredeyse ölü bir deniz haline geldiğini vurgulamıştık, Karadeniz sularının %90”nında oksijen yok. Yapılan HES vb. yatırımlar ve Karadeniz sahil yolu nedeniyle derelerin denize ulaşamamasının deniz eko sisteminde yaratacağı tahribatın geri dönülemeyecek sonuçlara yol açacağını ön görmek kâhinlik olmasa gerek. Yaşamın ve doğanın sömürüsüne yönelik atılan her adım sözde “korumak” söylemi ile gerçekleştiriliyor. Geçtiğimiz yıllarda hazırlanan ve çok yoğun tepkilere yol açan “Tabiatı ve Biyo çeşitliliği Koruma Kanunu” bu koruma söyleminin nasıl iğrenç bir yalan olduğunu ortaya koymaya yetiyor. Kanunun tek tek maddelerini incelemeyeceğiz ama bir maddesi var ki yasadaki tüm niyeti açığa çıkarıyor. Kanun maddesi şöyle: Koruma bölgelerinin statüleri ortadan kaldırılacak ve koruma bölgeleri bakanlığın oluşturacağı heyetçe yeniden tespit edilip tanımlanacak. Şaka gibi değil mi! “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” sözünü öncelikle hatırlamalıyız. Bu kanunun amacının koruma bölgelerini talana açma çabası olduğu açıkça görülebiliyor.

Karadeniz’de HES ve diğer enerji vb. yatırımların neredeyse tamamı ya milli park sınırlarında, ya sit alanlarında, ya tarım alanlarının üzerinde ya da ormanların içinde yer alıyor yani koruma bölgelerinin tam ortasında. “Kamu yararı” üzerinden ve daha önce çıkarılan yasa ve yönetmeliklerle HES vb. işlerin gerçekleştirilmesi her ne kadar yapılabiliyor olmasına karşın bazen namuslu bilirkişi veya mahkeme heyetleri nedeniyle sekteye uğradıkları durumlarda yaşanmakta. Hiçbir erteleme ve gecikme sermaye ve onun iktidarınca kabul edilemez bir şey olarak kabul görüyor. “Su akar Türk bakar” diyerek bu bakma halini aşağılayan hükümetin bakanları, “su akar ama bunu kimse görmemeli, bütün sular sermayenin olmalı” biçimine evirilmesi için ellerinden geleni yapma gayretindeler.

HDK ziyaretinin gösterdikleri

Şu soruyu sormamız gerekli: Neden HDK’li vekillere saldırıldı? Bunun birçok cevabı var. Biz meselenin ekolojik yanına bakarak bir katkı yapmaya çalışalım. Bu saldırının temel nedenlerinden biri emperyalist kapitalizmin bölgeye biçtiği rol ve girişimleriyle ilgilidir.

Karadeniz, enerji koridoru olarak ifade edilmektedir. Avusturyalı bir enerji tekeli olan OMV şirketi, termik santral ile başladığı süreci büyüteceğini ve bölgede kalıcı olacaklarını ifade ediyor. Bölgede binlerce HES, nükleer santraller, onlarca termik santral ve çimento fabrikaları, yeni demir çelik fabrikaları ve bunlara bağlı gemi söküm tesisleri, Kozlu”da kurulmak istenen özel enerji üretim organize sanayi bölgeleri, biyo yakıt amaçlı tarım alanları yaratma vb. saldırılar Karadeniz’in o muhteşem doğasını yok edecek girişimlerdir. ABD elçilerinin Samsun limanına dönük ziyaretleri ve uzun yıllardır “gladyonun” bölgeyi üs olarak kullanıyor olması da saldırının arka planında görülmesi gerekenlerdir. Bu saldırı planlı ve organize bir saldırıdır. Üç beş milliyetçi faşistin kalkışacağı bir iş olmadığı gibi bu saldırıyı milliyetçiliğe bağlama çabaları da aynı merkezden büyütülmektedir.

Yaşananlarla AKP, CHP ve MHP gibi düzen partilerinin bu talandaki yerleri açıkça ortaya çıkmıştır. HDK’nın Karadeniz insanıyla buluşması ve bu talan politikalarını tehdit edebilecek çok önemli bir potansiyeli barındırıyor olması, sermaye ve onun örgütlerini korkutuyor. Halkların emek, doğa ve özgürlükler üzerinden birleşmesi sermayeyi ve onun yapılarını bu provokasyon ortamının yaratılmasına itmiştir. Tabii ki HDK halkların kardeşliğini sağlamayı, tüm saldırı ve provokasyonlara rağmen sürdürecek ve bunu mutlaka başaracaktır.