Kaynak: Üzüm-Sen, 10 Şubat 2013
Yeni tehdit! Kaya gazı ve kaya petrolü çıkartılması
Ülkemizde son günlerdeki enerji tartışmalarının gündemine İngiltere kökenli uluslararası petrol şirketi olan Shell ve ABD kökenli uluslararası petrol şirketi olan Exxon Mobil’le yapılan anlaşmalar oturdu. Hızlı bir şekilde kaya gazı ve kaya petrolü üretiminin başlanacağı, Trakya, Konya, Ereğli, Niğde ve Bor havzasının “shale (seyl) petrolü” (petrol üretilebilen kaya) veya bir başka deyişle kaya petrolü bakımından zengin rezervlerin bulunduğu, Diyarbakır’ın da “shale (seyl) gaz” kaya gazı rezervi bakımından zengin olduğu, Shell’in Diyarbakır’daki kaya gazı kuyularını çalıştıracağı, Trakya’daki ruhsatın da Exxon Mobil’e verildiği yetkili ağızlar tarafından kamuoyuyla paylaşıldı.
Neoliberalizmin yeni sermaye birikim aracı olarak doğanın metalaştırılmasını önüne koyduğu ve “yenilenebilir enerji kaynakları” ve ”temiz enerji” kaynağı olarak RES, GES ve HES’leri pazarladığı tartışmaları henüz bitmemişken gündeme bir de “kaya gazı”,”kaya petrolü” girdi.
Peki nedir kayagazı veya kaya petrolü ve nasıl çıkartılır?
Petrol ve doğalgazın alternatifi olarak gündeme gelen kaya gazı ve kaya petrolü, yerin yüzlerce metre altında yer alan küçük taneli tortul kayaçların (şeyl) gözeneklerinde yer alan petrol veya doğalgazı tanımlıyor.
Yerin yüzlerce metre altına sondaj yapılıyor. Yerin 4-5 bin metre altına gelindiğinde kaya gazı veya kaya petrolü rezervlerine ulaşıldığında sondaj yanlara doğru kilometrelerce devam ediyor. Daha sonra binlerce ton su,kum ve kimyasal karışımı basınçlı bir şekilde kayaların içine enjekte edilerek kayaların parçalanması için patlamalar meydana getiriliyor, böylelikle kayaların gözenekleri içinde bulunan gaz veya petrol taneciklerinin açığa çıkarak yeryüzüne çıkması sağlanıyor.
Uzmanlar 1 ton ‘petrollü şeyl’ kayasından 60 litre petrol elde edilebileceğini belirtiyorlar. Yani bir otomobilin bir deposunu bile ancak doldurabilecek miktardaki gaz için yerin altında 1 ton büyüklüğünde kaya parçalanıyor.
Kullanılan su, kum ve kimyasalların nereye gittiği konusunda yeterli bilgi yok. Daha doğrusu yapılan araştırmalar varsa bile bu kamuoyuyla paylaşılmıyor. Çünkü kullanılan kimyasalların yer altı sularına karıştığının bilinmesi sonrası çıkabilecek tepkilerin sondaj çalışmalarını ve üretime geçilmesini engellemesinden korkuluyor. Nasıl olsa üretime geçildikten sonra tüm tepkilere, üst üste alınan mahkeme kararlarına rağmen üretime devam edilebiliniyor. Bergama’daki siyanürle ayrıştırma yapan altın madeni bunun en güzel örneklerinden. Veya çevrenin kirletilmesinin devam edebilmesi için bir gecede yasa çıkartılıp üretime devam edilebiliniyor. Bursa Orhangazi’de tarım arazisine yapılan ve yer altı sularını da kirleten Cargill fabrikası için yasa çıkartılması gibi. Tam da bu nedenlerle uzun süredir çalışmalar yapılmasına rağmen kaya gazı ve kaya petrolü konusunda kamuoyuyla hiçbir şey paylaşılmadan uluslararası petrol şirketleriyle anlaşmalar yapıldı. Ve “Türkiye için bir şans “ olarak sunuluyor.
Kaya gazı sondajının çevre sorunlarına ve depremlere yol açması üzerine Fransa, Bulgaristan ve Çek Cumhuriyeti kaya gazı çalışmalarını yasakladı. İngiltere, İspanya ve Güney Afrika da çalışmaları durdurdu. Bu ülkelerin kaya gazı ve kaya petrolü üretimini neden yasakladığı tartışılmıyor. İngiltere de depremlere yol açtığı gerekçesiyle yasaklanıyor. Türkiye gibi deprem kuşağında olan bir ülkede ise ne gibi depremlere yol açacağını ise bilen yok.
Trakya, Konya, Ereğli, Niğde, Bor, Diyarbakır havzaları Türkiye’nin en verimli tarımsal arazilerine sahip bölgeler. Bu gaz ve petrol elde edilmesi sürecinde kullanılan kimyasalların tarım arazilerine zarar vermeyeceğini ve risk taşımadığını kimse iddia edemez. Eğer ki bu kimyasallar ve kumlar yer altı sularına karışırsa tarım arazileri yok olacağı gibi tüm canlı yaşamına da zarar verecektir. Çünkü yer altı sularının bazılarının içme suyu ve sulama suyu olarak kullanılacağı, bazılarının da yer üstü akarsularını besleyeceği göz önüne alındığında tehlikenin boyutu ürkütücü seviyelere çıkmakta.
Aynı günler içinde bir başka haber daha medya da boy gösterdi; Tarım, Gıda ve Hayvancılık Bakanlığı Sudan’da 99 yıllığına 5 milyon dönüm araziyi tarım yapmak için kiralamış. Bu iki haber birleştirildiğinde insan “Bakanlık demek ki enerji için Türkiye’deki tarım arazilerini gözden çıkardı, halkının gelecekteki gıda ihtiyacını karşılayabilmek için tarım arazilerine sahip çıkmak, korumak yerine yurtdışında toprak kiralamayı daha ucuz buldu.” diye düşünmekten kendini alamıyor.
Neoliberalizm Enerji İçin Doğayı Sömürmekte ve Yok Etmekte Sınır Tanımıyor
Öyle ya; enerji ihtiyacı adıyla RES’ler, HES’ler, GES’ler, Termik Santraller kurulurken biyoçeşitlilik ve tarım arazileri yok edildiğine ve kaya gazı, kaya petrolü çıkartılırken yok edilmeye devam edeceğine göre tarım şirketlerine yeni tarım arazileri bulmak gerekiyor. Bunu için de yurtdışından devlet adına tarım arazisi kiralayıp şirketlere devretmek en akıllıca(!) çözüm. Neoliberal tarım politikalarının hedefi belli, bir yandan küçük üreticileri toprağından edip üretimden koparacaksın diğer yandan da gıda tekellerine teşvikler verip onların gıdaya egemen olmasının önünü açacaksın. Türkiye’de TİGEM’in (Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü’nün) arazilerini satışa çıkartırken Sudan’dan arazi kiralamasının altındaki hesabı başka türlü açıklamak mümkün değil.
Neoliberalizmin bütün politikaları birbirine bağlı olarak işliyor, enerji politikalarını ele alırken tarım ve su politikalarından bağımsız olarak ele almak eksik olacağı gibi su politikalarını ele alırken de tarım ve enerji politikalarından bağımsız ele alınması eksik olacaktır. Veya tarım politikalarını ele alırken enerji ve su politikalarından bağımsız ele almak eksik ve yanıltıcı olacaktır.
Neoliberalizm 21.yüzyılda, enerjiye, su ve gıdaya tamamen egemen olmak istiyor. Dolasıyla bu üç temel konuda politika belirler ve uygularken bir politikanın diğer politikasını engellemesini değil aksine yardımcı olmasını, desteklemesini hedefliyor. Örneğin tarım arazilerine RES ve GES kurulması demek bu arazilerde tarım yapan küçük üreticinin tasfiyesi demektir. Veya yeni su yasaları çıkartılırken, derelere HES kurulması izinleri verirken sadece suyu özelleştirilip ticarileştirmenin önünü açmıyor aynı zamanda o yöredeki biyoçeşitliliğin yok edilmesine göz yumduğu gibi o bölgede yetişecek ürün deseninin belirlenmesinin yetkisini de şirketlere veriyor, yani gıda üretiminde baş rolü gıda şirketleri oynamaya başlıyor. Kısacası neoliberalizmin bütün temel politik uygulamaları gıda egemenliğini ve gıda üretiminde bulunan küçük üreticileri etkiliyor. Üreticilerin üretim dışına çıkmasına yoksullaşmasına neden oluyor. Çiftçiler enerji, su ve gıda politikalarının olumsuz sonuçlarıyla direk karşılaştıklarında ise ses çıkartmaya, mücadele yürütmeye çalışıyorlar. Ancak henüz daha bütünlüklü, güçlü bir mücadele ve örgütlenme ortaya koyabilmiş değiller. Bu sadece çiftçilerin eksikliği değil, kapitalizme karşı mücadele etmeyi odağına koyan siyasi yapılanmaların da önemli bir eksikliği. Halbuki kapitalizme karşı mücadele de başarılı olabilmek için neoliberalizmden doğrudan etkilenen kesimlerin örgütlenmesi ve onların mücadelesinin gün yüzüne çıkması gerekiyor. Bu potansiyeli en fazla taşıyan kesim ise küçük üreticiler. Çünkü onların “Gıda Egemenliği” için verdikleri mücadele aşırı enerji tüketiminin ( endüstriyel tarımsal üretimin harcadığı enerji, dondurulmuş gıda üretimi ve pazarlaması, büyük marketler zinciri ve bunların taşıma filoları v.b gereksiz olarak tükettiği enerji) önüne geçilebilmesine yol açacağı gibi Dünya’nın yok edilmesini önleyecek potansiyele de sahip. Emperyalizm belki de bu nedenle ısrarla tarımsal üretimde bulunan nüfus sayısının düşürülmesi için baskılar yapıyor. AB, Dünya Bankası, IMF ısrarla Türkiye’deki tarımsal üretimde bulunanların çalışan insanlar içindeki payının %6’lara düşürülmesini istiyor.
Sonuç olarak:
Neoliberal politikalar uygulanırken zarar görenlerin bulundukları yerden doğru parça parça mücadele etmeleri, örgütlenmeleri elbette önemli. Ancak kapitalizmi yok edebilmek için yeterli değil. Ya Noliberalizmin doğayı metalaştıran enerji, su ve gıda politikalarının birbirinden bağımsız ele alınamayacağının farkına varıp bütünlüklü bir politik tutum ve mücadeleyi örgütleyeceğiz ya da doğanın kapitalizm tarafından metalaştırılması ve sömürülmesini engel olamayıp dünyanın yok olmasını seyredeceğiz.
10 Şubat 2013
Adnan Çobanoğlu