Taksim Meydanı gittikçe artan sayıda ve çeşitlilikte insan için önemli bir mekân haline geldi. Bundan yaklaşık bir buçuk ay önce Taksim Yayalaştırma projesi kapsamında Gezi Parkı’nın Divan Oteli ve Elmadağ tarafındaki ağaçlar, yolu genişletme bahanesiyle kepçeyle sökülmeye başlanmıştı. Bir grup eylemci bu izinsiz faaliyeti durdurmayı başarsa da, ertesi sabah erken saatlerde polis biber gazıyla saldırdı. O günlerden bu yana dozu sekmeden artan bir polis şiddeti, sadece ağaçları kendi bedenlerini savunur gibi korumaya çalışanları değil, kendi seçimleriyle ve kimlikleriyle yaşamaya çalışanları da bir araya getirdi. Artık ne Gezi Parkı sadece bir yeşil alandı, ne de onu savunanlar “çapulcu” adı altında değersizleştirilmeye çalışılan bir güruhtu. Park ve meydan her türden topluluğun ve farklı bireyin birlikte ürettiği bir direnişin sembolü haline geldi.
“Direniş değil, diriliş” diyordu bir duvar yazısı. Bir toplum ölü toprağını üzerinden silkerek uyanıyorken, İstanbul “İsyanbul”a dönüşürüyordu. Gençlerin ‘acıyı bal eyledik’ misali, hafta sonu etkinliğine dönüşen gaz festivallerinde polis şiddeti artırdıkça, insanlar korkularını birer ikişer aştı. Devletin özgürlüğe çevrilmiş silahı ters tepti, hareketlenen insanlar köleleşmek yerine özgürleşti. İnsanlar özgürleştikçe, duvar yazıları ve sloganlar, TOMA suyuna kucak açmalara, tencere tava havalarına, duran adam ve kadınlara, park forumlarına ve halk atölyelerine dönüştü.
Ramazan’ın gelmesiyle birlikte Direniş başka dayanışma biçimleri üretti; Yeryüzü Sofraları. Başbakan Erdoğan’ın Direniş’in başından bu yana kullandığı ibresi İslam’ı gösteren ayrımcı dili, ilk günlerde “Taksim’de cami de yapacağız” diyerek baş kaldıran kesimle İslam’ı karşı karşıya getirmeyi planlıyordu. Ancak bu can simidinin Başbakan’a hayrı dokunmadı. Bu sefer de iktidarı sarsılan her siyasi liderin yaptığı gibi “dış mihraklar” kartı ortaya sürüldü. Ancak Direniş’i vatan hainliğiyle eşleştirmeye çalışmalar da fayda etmedi. Derken iktidar son hamle olarak, Taksim Meydanı da Gezi Parkı da “bizimdir” diyebilmek için Meydan’da beyaz sandalye ve masalar eşliğinde iftar sofraları kurdu. Tüm bunlar olurken, Galatasaray Lisesi’nden başlayıp Taksim Meydanı’na kadar İstiklal Caddesi boyunca uzanan Yeryüzü Sofraları’nda ise şık sandalye ve masalar değil, TOMA’nın dibinde yere bağdaş kurmuş halk ve gazete kağıtları üzerine serpiştirilmiş ayran, simit, peynir ve karpuz gibi mütevazi yiyecekler göze çarpıyordu. Önemli olan ne yenildiği değil, nasıl paylaşıldığıydı. Taksim’de gıda emekçilerin yaptığı, taşıdığı, kurduğu şık masalara servis ettiği ve ardından çöplerini topladığı tek tip bir sofra vardı. İstiklal Caddesi’ndeyse herkes kendi bütçesiyle ve elleriyle hazırladığı yemeği paylaşmak, sofrayı birlikte kurmak, birlikte yemek, yerken sohbet etmek, sofrayı birlikte toplamak için bir araya gelmiş kolektif bir ruh hali içindeydi. İki İftar sofrası arasındaki muazzam fark, güçle gözü dönmüş bir iktidar ile tabandan yükselen demokratik bir halk hareketinin arasındaki o derin uçurumu gözler önüne seriyordu.
Dün gece iki sofra ve aslında iki ayrı dünyadan geçerken, aklıma Taksim’in meydan olup ortasına 1928’de Cumhuriyet Anıtı dikilmesinden ve hatta Topçu Kışlası’nın kurulmasından bile önce zamanlarda ne için kullanıldığı geldi. Bugün Taksim Meydanı olarak bildiğimiz yerde, 18. yüzyılda kuzey İstanbul’dan gelen su toplanıyor ve Taksim Maksemi’nden şehre bölüştürülüyordu. Bölüştürmek anlamına gelen Taksim ismi, suyla başlamış ve yer isimlerinin iktidarlarla değişmesinin kanıksandığı bir coğrafyada üç asıdır varlığını koruyabilmişti. Yaşamın kaynağı suyun bölüştürüldüğü Taksim’de, şimdi insanlar simidini ve ayranını ortaya koyarak bölüşmek istiyor. İktidarın polis işgali “Ramazan Çıkartması”na dönüşürken, halk aslında şunu diyor: bölüşmenin ve paylaşmanın mekânı olan Taksim ve Gezi halkındır, iktidarın değil.
Akgün İlhan, Marksist.org