İzmir’e bağlı Karaburun, yarımadadan çok adaya benziyor. Hemen her tepesinden denizin görülebildiği ilçenin yüz ölçümü 436 km². Bir belde ve on üç köyden oluşan yarımadada 9 bine yakın insan yaşıyor. Deniz, sarp kayalıklı dağlar, kanyon ve mağara oluşumları oldukça hareketli bir topografya oluşturuyor Karaburun’da. Dörtte üçü ormanlar ve yarı doğal alanlarla kaplı yarımadada koruma altında olması gereken türleri de içeren zengin bir fauna var. Burası su samuru, karakulak ve Akdeniz foku gibi dünyada sınırlı yaşama ve üreme alanı olan hayvanlara da ev sahipliği yapıyor. Karaburun 200’ün üzerinde kuş türü için de önemli bir habitat. Binlerce yıl Hitit, Yunan, Pers, Roma ve Bizans uygarlıklarına mekân olmuş ilçe 1426’da Osmanlı Devleti egemenliğine geçmiş. Aynı yüzyılda Şeyh Bedrettin isyanından sonra iskâna kapatılma, sonraki dönemlerde mübadele, deprem ve kente göç gibi sebeplerle gittikçe yalnızlaşmış Karaburun.
Bu yalnızlaşma bir yandan yarımadayı vahşi kalkınma rüzgârlarından korurken, bir yandan da onu aynı rüzgarlara karşı sahipsiz bırakmış. Son birkaç senedeyse farklı bir çehreye bürünmüş Karaburun. Dağların siluetlerini boydan boya kaplayan Rüzgar Enerji Santralleri (RES), denizin ortasında askeri birlik üsleri gibi duran endüstriyel balık çiftlikleri, yeşil dağları oyan taş ve mermer ocakları ve plansız yapılaşma yarımadayı adeta esir almış.
İşte bu nedenlerle Karaburun Kent Konseyi 17-18 Ağustos tarihlerinde “Karaburun’a iyi bak” adlı bir etkinlikler dizisi gerçekleştirdi. Amaç enerji projelerinden balık çiftliklerine, yarımadanın doğal ve kültürel yapısını yok eden gelişmelere karşı direnişin sesini yükseltmekti. İlk günde projelerden etkilenen köyler ziyaret edilirken, ikinci günde bunlarla nasıl mücadele edileceğine yönelik bir panel gerçekleştirildi. Herşey RES’lerin gölgesindeki Yörük köyü Yaylaköy’e yapılan bir ziyaretle başladı. Karaburun’un köylüsüyle kentlisi bir araya geldi. Yaylaköylüler evlerinin 450m ötesinde kurulan 80m yüksekliğinde 52 RES’in gürültüsünden uyuyamadıklarını, kalkan tozun en önemli geçim kaynakları olan keçiciliği tehlikeye attığını ve başka gidecek yerleri olmadığını dile getirdi. Tarihçesi 4 yüzyılı aşan bu köyde yıl boyunca keçicilik, nergis yetiştiriciliği, zeytincilik, bağcılık, bahçecilik ve daha pek çok üretim faaliyeti birbiri ardından veya eş zamanlı olarak devam ediyor. Yılın 365 günü, günün de 24 saati çalışan ve nefes alır gibi üreten geleneksel tarım emekçilerinin evi bu topraklar. Birkaç kilometre ötedeki Salman Köyü’nde ise endüstriyel balık çiftliklerinden muzdarip köylüler denizin çiftlik atıklarından kirlendiğini ve geçimlik geleneksel balıkçılığın yok olduğunu söyledi. Köy meydanında mikrofonu eline alan Avukat Şehrazat Mercan ise çiftlik balıklarının Japonya’ya pazarlandığına dikkat çekti. Aslında bunda şaşılacak bir şey yoktu. Zira Yaylaköy civarına kurulan 52 RES de yöre halkı için enerji üretmiyordu. Birilerinin kullanacağı elektriği ve yiyeceği balığın bedelini işte bu köylüler ödüyordu. Salmanköylü bir adam “bütün çocuklarım İzmir’de okula gidiyor, orada yaşıyor. Bir tek uzun tatillerde buraya geliyorlar. Zaten balıkçılık ta ölüyor. Bizden sonra buralarda bir Allah’ın kulu kalmayacak” diyordu. Gerçekten de yalnızlaşıyor, insansızlaşıyordu Karaburun.
“Karaburun’a iyi bak”ın ikinci gününde yapılan panelde ise İstanbul, İzmir, Hatay ve Kırklareli gibi Türkiye’nin dört bir yanından gelen aktivistler ve araştırmacılar Karaburun Yarımadası’nın halini sayılar ve belgelerle kamuoyuna sundu, kendi coğrafyalarında yaşanan benzer sorunlarla mücadele deneyimlerini paylaştı. Çıkan sonuç yarımadanın doğası ve kültürleriyle bir bütün olarak korunması gerektiğiydi. Bunun için de aynı bütünlüğü sosyal mücadele de göstermek gerekiyordu.
Bir önceki gün köy meydanlarında yankılanan o bildik Gezi sloganın da dediği gibi “bu daha başlangıç mücadeleye devam”. Karaburun’a artık sadece Karaburunlular değil, Hatay, Kırklareli ve İstanbul gibi Türkiye’nin pek çok yerinden insan da iyi bakacak. Karaburun direnecek çünkü artık yalnız olmayacak.
Akgün İlhan Marksist.org