Türkiye’de son dönemde gerçekleştirilen neo-liberal reformlar nehirlerin kullanım hakkını, sadece elektrik üretimi için özel sektöre 49 yıllığına kiralamasına kapı açtı. Bu çalışma, nehirler üzerindeki kontrolün, verimli kullanım, suya erişim ve su haklarını teknik ve hukuksal olarak yeniden tanımlama yoluyla yeniden ölçeklendirilmesine ve tahsis edilmesine, kırsal toplulukları marjinalize eden, ve doğaya ilişkin alternatif bir çerçevelendirmeyi zayıf kılan söylemsel pratiklere odaklanmaktadır
Mine Islar
Center of Sustainability Studies (LUCSUS – Sürdürülebilirlik Çalışmaları Merkezi) ve Centre of Excellence for Integration of Social and Natural Dimensions of Sustainability (LUCID – Sürdürülebilirliğin Toplumsal ve Doğal Entegrasyonu Merkezi), Lund Üniversitesi; [email protected]
ÖZET: Bu çalışma, Türkiye’de yenilenebilir enerji üretimini yaygın hale gelmesi amacıyla nehirlerin özelleştirilmesi uygulamasının nasıl gerçekleştirildiğini ve bu uygulamanın mülkiyet, su hakları ve sosyal etkileri açısından olası sonuçlarını incelemektedir. Türkiye’de son dönemde gerçekleştirilen neo-liberal reformlar nehirlerin kullanım hakkını, sadece elektrik üretimi için özel sektöre 49 yıllığına kiralamasına kapı açtı. Bu çalışma, nehirler üzerindeki kontrolün, verimli kullanım, suya erişim ve su haklarını teknik ve hukuksal olarak yeniden tanımlama yoluyla yeniden ölçeklendirilmesine ve tahsis edilmesine, kırsal toplulukları marjinalize eden, ve doğaya ilişkin alternatif bir çerçevelendirmeyi zayıf kılan söylemsel pratiklere odaklanmaktadır. Hidroelektrik projeleri için yapılan düzenlemeler daha önceden meşru sayılan su kullanımı ve suya erişimi yeniden tanımlanmaktadır. Bu süreç, neyin yasal olduğunu ve dolayısıyla neyin yasal olmadığını tekrar tanımlamakta, devletin mülkiyet kullanım hakkı üzerindeki düzenleyici mekanizmalarını, hükümet teşviklerini ve suyun kullanım haklarına ilişkin düzenlemelerle özel sektörün lehine bir nasıl kullandığının da bir örneğidir. Bu perspektiften, bazı durumlarda, Türkiye’ye özgü bu özelleştirme, ‘su gaspı’na neden olmuştur. Dereler etrafında yasayan ve sudan yararlanan insanların tüm direnişlerine rağmen piyasa aktörleri kendi lehlerine düzenlenen yasal mekanizmalarla su kullanım haklarını eline almistir. Bu analiz, yarı yapılandırılmış görüşmelerden, gazetelerden, hükümet ve STK raporlarından, ve Ankara’da, Kuzey ve Güney Anadolu’nun çeşitli köylerinde 3 ay boyunca yapılan saha çalışmasındaki gözlemlerden elde edilen ampirik kanıtlara dayanmaktadır.
ANAHTAR KELİMELER: Hidroelektrik, su kullanım hakları, neo-liberalizm, özelleştirme, Türkiye
GİRİŞ
Türkiye’nin dört bir yanından yüzlerce insan, su haklarını ve yaşadıkları yerleri korumak için köylerinden yola çıkarak Ankara’ya yürüdü. Büyük Anadolu Yürüyüşü diye bilinen bu kolektif yürüyüş başkent Ankara’ya girmek isterken engellendi (Guardian, 2011). Sonunda, birçoğu köylerine geri dönüp, özel sektörün hidroelektrik inşaat alanındaki güvenlik elemanlarına, jandarmaya ve şirket çalışanlarına karşı mücadele etmeye devam etti. Bu mücadeleler, son on yıl içerisinde hidroelektriğin özelleştirilmesine bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. 2001’de Türkiye Elektrik Piyasası Kanunu’nda yapılan değişiklikler, özel şirketlere hidroelektrik üretimi için nehir sularının kullanım haklarını 49 seneliğine kiralama hakkı vermiştir. Değişikliği eleştirenler yarım yüzyıl boyunca su haklarının özel sektöre devredilmesinin, insanların ve doğanın halkın su kullanımını kısıtlayacağını öne sürmüstür. Turkiye’de lisansını almış ya da alma sürecinde olan yaklaşık 2000 hidroelektrik santral projesi bulunmaktadır. Bunlardan bazıları nehir tipi hidroelektrik santralleridir (Bkz şekil 1). Nehir tipi hidroelektrik[1] çevre dostu bir enerji kaynağı olması amacıyla tercih edilmektedir ama bu gibi teknolojilerin de sorunları vardır. IPPC[2] raporunda (2011) öne sürüldüğü gibi, nehir tipi hidroelektrik projelerinin sahip olduğu olumsuz etkilerin boyutu, bölgeye özgüdür (coğrafi, mevsimsel ve demografik farklılıklar) ve bunların azaltılması ancak yapılan yatırımlara bağlıdır. Türkiye’de bu hidroelektrik santrallerinden bazıları, proje eksikliklerinin sonucu olarak çevresel yıkıma ve toplumsal çatışmalara yol açmaktadır. Bu örneklerde, derenin suyu tünellerle yönlendirildiğinden derenin aşağı akım ile yukarı akım arasındaki bağlantısını kesmekte ve bu durum nehir ekosistemlerini etkilemekte, balık göçlerini ve nihai olarak nehirlerin etrafında yaşayan insanların geçimlerini engellemektedir (Şekercioğlu v.d., 2011).
Şekil 1. Nehir tipi şeması (Kaynak: National Renewable Energy Laboratory – Ulusal Yenilenebilir Enerji Laboratuarı, 2001).
Su kullanım hakkı, suyun mülkiyet hakkı anlamına gelmez. Bu daha ziyade kiralama hakkına benzer. Bu tip haklar, sınırlı olmalarına rağmen özel olarak sahip olunan haklardır ve dolayısıyla Swyngedouw’un (2005) tanımladığı özelleştirme anlayisini gerektirir. Buna göre özellestirme “Resmi olarak kimse tarafından sahip olunmayan, yönetilmeyen ya da düzenlenmeyen etkinliklerin, kaynakların ve benzerlerinin, daha önce onlara sahip olanların elinden alınıp, bir tür ‘özel’ sahipliğe ya da kontrole dayanan yeni bir mülk biçimine transfer edilmesidir”. Mülkiyet sistemlerinin çokluğunu ve çeşitliliğini vurgulamak ve genis bir özellestirme tanimi yapmak önemlidir. Su sektörüne dair dar bir özelleştirme tanımı, özel sektörün su sistemlerinin mülkiyetini tamamen ele geçirmesi anlamına gelir ki bu akışkan olan bir kaynak için zaten mumkun degildir. Cunku kırsal bağlamda su, topraktan farklı olarak, hareket halinde olan, ele geçirilmesi zor ve yeniden kullanılabilen ayrıcalıklı bir metadır. Ayrıca su, zaman, yer ve nitelik bakımından değişkendir, yani suyun özelleştirilmesi ancak çeşitli yöntemlerin ve çeşitli özelleştirme derecelerinin bileşimiyle mümkündür (Bkz. Haughton, 2002).
Hükümet ve iş sektörü, bu özelleştirmeyi, Türkiye’nin enerji açığına ilişkin ilerici, ülkenin jeopolitik (Avrupa ve Asya arasındaki enerji koridoru olma) pozisyonunu güvence altına alan bir çözüm olarak görmektedir (Coşkun, 2011). Türkiye, enerji talebinin yüzde 75’ini ithal gaz, petrol ve kömürden karşılamaktadir ve bu, ülkenin şu anki ekonomik açığının önemli bir bölümünu kapsamaktadir.. Dolayısıyla, yenilenebilir enerji, Türkiye’nin enerji alanında diğer ülkelere bağımlılığına bir çözüm olarak görülmektedir (Başkaya v.d., 2011). Ayni zamanda bu özellestirme AB’nin, doğal gaz ve fosil yakıt kullaniminin azaltilmasi yönundeki ideallerine de uygundur. Hukumetin bu politikalarla sekillendirdigi yenilenebilir enerji reform paketinde hidroelektrik enerji önemli bir yer tutmaktadir. Suyun bosa akmasinin engellenip enerji üretmesiyle Türkiye’nin dışarıdan gelen enerjiye olan bağımlılığı azaltilacaktir. Hukumete gore hidroelektrik enerjinin baska bir avantaji ise ucuz enerji uretimidir.Ucuz enerjinin sanayi sektörü için çok önemli olduğu ve dolayısıyla bu yolla Türkiye’nin rekabet edebilirliğinin artırılabileceği savunulmaktadır (Uzlu ve ark., 2011).
Ancak Türkiye’nin şu anki su politikaları ve yenilenebilir enerji reformlari cesitli gruplar[3] tarafindan elestirilmektedir. Bu gruplar yerel işadamlarından, avukatlar ve doktorlardan, bu politikalardan etkilenen kırsal halktan ve köylülerden, çevre gruplarına kadar çeşitlilik göstermektedir. Örneğin, bazı avukatlar hidroelektrik güç santrali projelerinin kiralanması sürecindeki keyfi yasal prosedürleri ve su yönetiminin sorumluluğunun ve görevinin kime ait olduğu konusundaki belirsizliği sorgularken, bu politikadan etkilenen kırsal kesim ve bazı çevre grupları, köylülerin ve çevrenin su hakları görmezden gelindiği ve özel şirketlere aktarıldığı için özelleştirme fikrine karşı çıkıyor (Islar, 2012; RHDSN[4], 2011; TMMOB, 2011; Anadolu’yu Vermeyecegiz, 2011). Cevre gruplarina ve bazi akademisyenlere göre de elektrik uretimi icin Türkiye’deki en az 10 bin km’lik nehir sisteminin hidrolik yapılara yönlendirilmesi sakincalidir (RHDSN, 2011; Şekercioğlu ve ark., 2011). Eger düzgün şekilde projelendirilmezse, hem santral inşaatının hem de yüzey suyunun tünellere yönlendirilmesinin, ormanların yok olması, biyoçeşitliliğin ve sınırlı geçim olanaklarının ortadan kalkması, ve hatta insanların yaşadıkları yerleri terk etmelerine yol açması gibi nihai etkileri vardir (IPCC, 2011). Üstelik, nehirlerin kullanımının ve nehirlere erişimin 49 yıl boyunca özel sektör tarafından kontrol edilmesi, hesap verme zorunluluğu, sorumluluk ve kuşaklararası adalet gibi konuları gündeme getirmektedir.Ulusal ve uluslararası şirketler ile ilgili olarak ticari gizlilik ve hesap verme zorunluluğu konusundaki kuralların şeffaf olmaması, suyun kullanım haklarının meşruluğunu izlemeyi oldukça zorlaştırmaktadir (Mehta, 2006). Örneğin, DSI’nin hazirladigi su kullanım hakları anlaşmaları, riskleri ve sorumlulukları özel işletmelere aktarmaktadir.Ancak pratikte devlet tarafından yapılan etkin bir izlemenin yokluğu, özel sektörün çevre ve toplum açısından yıkıcı sonuçlar doğurabilecek projeleri uygulayabilmesini kolaylaştırmaktadir.
Anlaşmazlıklara rağmen, Türk hükümetinin “cumhuriyetin 100. yılı olan 2023’e kadar bütün yerli yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanılır duruma getirme” hedefi, suyu ve hidroelektrik santrallerinin inşa edileceği alanlarin tahsis edilmesi surecini hizlandirmaktadir. (Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı stratejik planı 2010; İşlar, 2012). Ben, yeniden tahsis konusundaki bu telaşın su gaspı’ na neden oldugunu ileri surmekteyim. Buna göre su gaspi devletin, özel sektörün çıkarlarını gözeten düzenleyici yasal mekanizmalar yoluyla su kullanım haklarıni önceki su kullanicilarinin iznini almadan ve doga haklarini da yok sayarak devretmesidir. Bu çalışmada bu iddiayı açıklamak için, hidroelektrik projelerinin, lisans ve inşaatı içeren başlangıç aşamasından örnekler veriyorum. Dolayısıyla bu makalenin en önemli noktası şudur; su gaspı etrafındaki olumsuz etkiler ve toplumsal ihtilaflar, hidroelektrik enerji üretiminin son aşamasına indirgenemez. Zira lisans ve inşaat sürecinin kendisi, su ve toprak haklarını yeniden şekillendiren bir surectir.
Bu makale, hidroenerjinin gelişmesiyle ilişkili olarak, su gaspı kavramı üzerine kısa bir tartışma ile başlamaktadır. Ardından, Türkiye’nin hidroenerji gelişimini inceleyip, özelleştirmenin, devletin hidrolik misyonunu ne boyutta değiştirdiğini tartışacağım. Bu bölümde ayrıca, neoliberalizmin devletin rolü üzerindeki etkisini ve su yönetimi uygulamalarını analiz edeceğim. Bu bağlamda küresel bağlantılara ve özelleştirilen hidroelektriğin finansal yönlerine odaklanacağım. Son olarak, hidroelektrik projelerinin-fakat sadece kırsal bölgelerdeki su ve arazi ile ilgili mülkiyet hakkı konusunda ihtilaflara yol açanların- ekolojik ve sosyo-ekonomik açıdan olası sonuçlarını tartışacağım. Bu çalışmada yer alan ampirik kanıtlar, yarı yapılandırılmış görüşmelerden, gazetelerden, hükümet ve STK raporlarından ve Ankara’da ve Kuzey ve Güney Anadolu’nun çeşitli köylerinde 3 ay boyunca yapılan saha çalışmasındaki gözlemlerden elde edilmiştir.
SU GASPI
‘Küresel toprak gaspı’ ile ilgili tartışmalarla birlikte ‘doğal kaynak gaspı’ 2009’dan bu yana yeniden gündeme gelmiş bir olgudur. Küresel toprak gaspı, üretim, satış ve gıda ve bioyakıt ihracatı için yapılan büyük çapta ulusal ve ulusötesi ticari toprak hareketlerini araştırmak için kullanılan geniş kapsamlı bir çerçevedir (Borras ve Franco, 2010). Bu soruna dair genel bir farkındalık olmasına rağmen, literatürde buna verilen yanıtlar çeşitlilik gösterir. Örneğin, bir yandan Dünya Bankası, FAO[5], UNCTAD[6] gibi gelişim çevreleri toprak gaspını, kırsal gelişim olanakları sağlayan daha iyi bir toprak yönetimi ve hukuk düzenlemeleriyle çözülebilecek bir yatırım sorunu olarak algılamaktadır. Diğer yandan, uluslararası köylü hareketleri, yani Via Campesina, toprak gaspını, gelişmekte olan ülkelerde küçük çiftçilerin gıda bağımsızlığına ve onlarin gıda üretimine yönelik bir tehdit olarak görmektedirler (a.g.e.). Kaynak gaspı konusundaki bir çok çalışma, daha çok toprağın yeniden tahsisi konusundaki tartışmalara odaklanmakta ve su gaspindan bahsetmemektedir(istisna için bkz. Bakker, 1999). Bu acidan bu makale su gaspı literatürüne katkıda bulunmayı amaçlar.
Türkiye’de özelleştirilen hidroelektrik gelişim, su gaspına üç şekilde yol acar 1) yasal yolla: suyun kullanım haklarının devasa çapta özelleştirilmesi; 2) fiziksel anlamda: su yönünün, suyu senelerce kullanan yerel halktan başka bir yöne saptırılması; 3) siyasi gucle: özelleştirilmiş hidroelektrik gelişimini meşrulaştırmak için politikaların ve yasaların yeniden tanımlanması (koruma altına alınmış alanlar ve toprak haklarınin imara acilmasi). Bu durumda, su gaspı sadece hidroelektrik santrallerinin taşıma kanallarından akan fiziki suyu değil aynı zamanda, insanların ve doğanın, Turkiye’deki yasal çerçevede yeri bulunmayan geleneksel kadim su haklarını da içerir. Yasal boşluklar, devletin ve özel aktörlerin, nehirleri kullanan insanların onayı olmadan suyu ve arazileri kendi çıkarlarına göre yeniden tahsis etmelerine olanak tanır. Bu, devletin özelleştirme sürecini meşrulaştırmak için kendi gücünü yasal mekanizmalarla nasıl kullandığının bir örneğidir.
Özelleştirilen hidroelektrik kapsaminda su gaspı ile bioyakıt üretimi için tartisilan toprak (arazi) gaspı arasında büyük benzerlikler vardır. Türkiye’de hidroelektrik, tıpkı bioyakıt gibi, yükselen enerji krizine bir çözüm olarak sunulmaktadır. İklim değişikliğiyle mucadele kapsaminda yenilenebilir enerjinin teşvik edilmesi, devletlere ve özel sektöre nehir tipi hidroelektriği, kazan-kazan ya da ‘nirvana’ stratejisi olarak sunmalarına olanak sağlamaktadır. Çünkü böylece hem temiz enerji uretimine katkı, hem de enerji krizine çözüm sağlanmış olacaktır (Molle, 2008). Türkiye’nin Avrupa ulkelerine görece az gelismis hidroelektrik potansiyelini göz önüne alarak enerji şirketleri ve finansal kredi kuruluşları, küçük çaplı nehir tipi hidroelektrik santrallerine yatırım yapmaya başlamışlardır. Birkaç yıl içinde, 25 nehir havzası özel hidroelektrik gelişme alanı haline gelmiştir. Bioyakit uretimi ile baska bir benzerlikte hidroelektrik uretiminin iklim değişikliğini azaltma stratejisinin parçası olarak sunulmakta olmasi ve karbon tasarrufu sağladıginin ileri sürülmesidir. Bir diğer benzerlik, gerekçelendirme biçimlerindedir. Ağırlıklı olarak Afrika’da görülen, biyoyakıt üretimi için toprak gaspı, genellikle bu toprakların yeterince kullanılmadığı ya da ‘boş durdukları’ varsayımıyla gerekçelendirilir (Borras v.d., 2010). Böyle bir anlatı, dar ekonomik anlamda mülkiyet haklarının yalnızca toprağı kullananlar ya da kaynakları verimli bir şekilde değerlendirenler için meşru olduğu Lock’un mülkiyet teorisine dayanmaktadir. Aynı söylem, suyun ve toprağın hidroelektrik üretimi için yeniden tahsisinde de kullanılmaktadır. Hükümet ve özel sektör çalışanlarının söylemine göre su, sulama, enerji üretimi ya da başka bir amaç için kullanılmadan aktığında boşa akmaktadir, harcanmaktadır.
Hem toprak hem de su gaspı sürecinde devlet aktörleri, özel şirketler ve finans sektörü arasındaki ilişkiler yeniden şekillenmektedir.Dauvergne ve Neville’e (2010) göre, “çokuluslu şirketler, yerel firmalar ve hükümetler arasındaki ittifaklarda meydana gelen dalgalanmalar” a bağlı olarak doğal kaynak yönetiminin devlete ve özel sektöre ait alanları belirsizleşir. Böyle bir koalisyon, “devletlerin ve yerel halkın üretimden kamusal fayda sağlamasını daha da zorlaştırır” (Borras v.d., 2010). Hidroelektrik sektöründe özel ve kamusal aktörler arasında giderek artan ittifaklar aşağıda gösterilmektedir.
‘Güçlenme’ ile ilgili literatürde, sulama ve su hakları alanında akademisyenler, mülkiyet haklarının çerçevesini, egemen toplumsal güç ilişkilerini yansıtan haklar olarak çizerler (Bkz. Zwarteveen ve Meinzen-Dick, 2001; Boelens ve Hoogendam, 2002; Mollinga, 2003). Bu yaklaşım, gücü ve kontrolü, mülkiyet haklarının merkezi unsurları olarak görür. Çiftçilerin kendi taleplerini ileri sürme gücünü artıracak yollar arasında bağlantı kurarak daha kapsamlı bir kırsal gelişim gündemi belirlerler. Bu yaklaşım, çoklu normatif yasal çerçevelere fazla önem vermese de, yasal ve meşru haklarin biçimlendirilmesinde gücün önemini göstermektedir.Farklı gruplar, toplumsal güçlerinden ya da toplumdaki pozisyonlarından kaynaklı olarak, meşru haklar ya da düzenleme biçimleri konusunda çelişkili görüşlere sahip olabilir (Boelens ve akr., 2005). Bu makalede güçlenme yaklaşımı, yasal ve meşru haklar arasındaki ayırımı netleştirme konusunda yol gösterici olarak kullanılmıştır. Bu perspektifte, toplumsal ilişkilerin içine işlemiş olan güç yapıları, su haklarının hem içeriğini hem de dağılımını etkilemektedir ve kaynaklara erişimde ve onların kontrolünde farklılıklar yaratmaktadır (Boelens v.d., 2005). Örneğin, genellikle devlet yasal hakları belirler. Devletin yasalarla hak olarak gosterdigi bazi pratikler yerel halk tarafindan mesru gorulmeyebilir. Ama devletin hegemon gücü mesruiyeti dikte ettirme konusunda etkili bir unsurdur.
Neoliberalizm ile birleştirilmiş modernleşme, Türk devletinin kalkınma politikalarıni şekillendiren ve bunları meşrulaştıran güçlü bir söylem oluşturur (Islar, 2012). Türkiye’de su hakları ve bu hakların kullanımı bağlamında, medeni kanunun 751 ve 756 maddeleri, yüzey ve yeraltı su kaynaklarına sahip olunamaz fakat evsel ve tarımsal kullanım, balıkçılık, hidroelektrik üretimi, sanayi, madencilik, taşımacılık, tıbbi ve termal gibi kullanımlar kullanım hakkı olarak garanti altına alınmış olan haklara tabidir, der (Kibaroğlu ve Başkan, 2011). Fakat, bu kullanım hakkını belirleyecek hiçbir açık kriter yoktur. Yasal belgelerdeki ‘uygun uygulamalar’ ya da ‘verimli kullanım’ gibi belirsiz terimler genellikle normatif varsayımlara ve politika yapıcıların çıkarlarına göre şekillenmektedir (Boelens v.d., 2005). Türkiye’de su haklarınin bütüncül bir yasal duzenlemeyle garanti altina alinmamasi karisik bir hukuki durum yaratir. Örneğin, kaynak suyu, eğer özel mülkiyetin bir parçası ise özel bir mülk olarak görülürken, özel mülkiyet altındaki yüzey ya da yeraltı suyu kamusal mal, yani devletin malı olarak görülmektedir. Su kullanıcılarının öncelik ve kadim su haklari da Turk yasalarinda garanti altina alinmamistir.
Neoliberalizm doktrini, düzenlenmemiş ve garanti altina alınmamış mülkiyet haklarının ekonomik gelişmenin önündeki engellerden biri olduğunu iddia etmektedir(Harvey, 2005). Özelleştirilmiş hidroelektrik bağlamında, devlet tarafından hazırlanan su kullanım hakları anlaşmaları su haklarini özel sektor icin garanti etmistir. Bu anlasmalar, hem su kullanimina sadece hidroelektrik üretimi açısından öncelik verir, hem de özel sektörü su kaynaklarının kullanımı ile ilgili riskler ve sorumluluklar konusunda mesul tutar. Bu, gelecekteki risklerin kontrolü, kaynaklarin yönetimi, denetimi ve kamu mallarının korunması açısından problem yaratabilecek bir çok sorunu da beraberinde getirir. (avukat Fevzi Özlüer ile mülakat, 2012). Mesela su kullanim hakki anlaşmalarına rağmen özel enerji şirketlerinin, lisanslı hidroelektrik projelerini satışa çıkardıkları durumlar vardır (bkz. Enerda, 2012). Su kullanım hakları anlaşmaları, hakların başka bir kullanıcıya devrini kesinlikle yasaklamış olsa da, bir şirket, üstüne lisansi aldigi alt kuruluşunu baska bir şirkete satarak haklarını devredebilmektedir. Diğer bir deyişle, lisansın verildiği şirketin adı kalsa da – santralin sahibi, ve böylece işletmecisi değişebilir. İşte bu sekilde, piyasa mekanizmalarını, su gibi hayati kaynakların yönetiminde kullanmak, suyun dağıtımi, yerindelik ve şeffaflık konuları açısından ciddi sonuçlar doğurur.
Türkiye’ deki ilk su hakkı hareketleri nehirlerin kullanım haklarının hidroelektrik üretimi için devredilmesine meydan okumak üzere ortaya çıkmıştır (Yuvarlakçay’i Koruma Platformu, Karadeniz İsyanda Platformu ve Türkiye Su Meclisi). Örneğin, Türkiye Su Meclisi kendi su manifestosunda “su doğaya aittir ve kendi yatağından ayrılamaz; bir nehir akmaya devam ettiği sürece vardır ve asla boşa harcanmış olarak düşünülemez; nehir kaynak değil bir varlıktır; ve ayrıca, çevre hakları, dolayısıyla su hakları insan haklarının bir parçası olarak görülmelidir” diyerek farkli bir cevre hakki anlayisini desteklemektedir(Su Manifestosu, 2010). Bu mücadeleler olusma nedeni ve stratejileri acisindan çeşitlilik gösterse de, önemlidir çünkü bu mucadeleler sosyal, politik ve yasal olarak dışlanmış olan söylemleri vurgulayarak alternatif “meşruluk” argumanlarina zemin olusturur. (Islar, 2012).
NEO-LİBERALİZM VE TÜRKİYE HİDROELEKTRİK BAĞLAMI
Çok basit olarak, modern kanal, nehirden farklı biçimde, bir ekosistem değildir. Modern kanal, yeryüzünden sertçe koparılmış ve gıda yetiştirmeye, boruları doldurmaya ve para kazanmaya yönelik, basitleştirilmiş sudur (Worster, 1985).
Swyngedouw (2005) şunu vurgular “su, küresel ve ulusal neoliberal politikaların uygulamalarının test alanıdir”. Devletin rolündeki değişimi anlamak için neoliberalizmi liberalizmden ayırmak önemlidir. Ferguson (2010) liberalizmin, devlet ve piyasanın ayrı ama birbiriyle ilişkili alanları işaret eden bir aşama olduğunu söyler. Dolayısıyla liberal amaç “devlet ve piyasa, kamu ve özel, kralın yetki alanı ve tüccarın asli alanı” arasındaki ayrimi ve hak dengesini müzakere etmektir (a.g.e.). Bunun tersine, neoliberalizm devlet mekanizmalarinin devlet ve özel sektor arasindaki iliskileri guclendirmek icin kullanildigi böylece nihai olarak özel ile kamu arasındaki farklılığı bulanıklaştırdigi bir sistemdir.Harvey (2005) ayrıca devletin değişen rolüne ve politika belirleme ve düzenleyici çerçeveleri oluşturmada (yeniden oluşturma) devlet ve iş dünyasının aktörleri arasında giderek artan işbirliğine de vurgu yapar. Neo-liberalizm çağında devletin temel fonksiyonları ya özel sağlayıcılara taşeron olarak verilmiştir ya da yine bu fonksiyonlar deyim yerindeyse “bir sirket gibi” yönetilmektedir (Ferguson, 2010).
Molle ve arkadaşlarına göre (2008), su yönetiminde üç paradigma vardır: hidrolik misyon, neo-liberal misyon ve butuncul su yönetimi.[7] Neoliberal misyon, devletin hidrolik misyonunun geleneksel altyapı merkezli, teknokratik ve bürokratik yaklaşımına meydan okumak için ortaya çıkmış olsa da bu iki yaklaşım yine de birlikte varolabilmektedir. Son on yıla kadar, Türkiye’nin hidrolik misyonu[8] ve modernlesme hayalleri 22 baraj ve 17 hidroelektrik santralinden oluşan GAP (Güneydoğu Anadolu Projesi) ine odaklanmistir. Çarkoğlu ve Eder’in (2001) söylediği gibi, devlet planlamacıları özellikle Firat ve Dicle nehirlerinin kullanımı ve geliştirilmesiyle ilgilenmislerdir. Bu geniş çaplı proje, Türkiye’nin Suriye ve Irak gibi komsu ülkeleriyle arasında gerilime yol açmış olsa da , Türk politikacılar GAP’ı her zaman Türkiye’nin ulusal onuru olarak algılamistir (a.g.e.). Turkiye bu bağlamda Orta Doğu’daki su hegemonu olma rolünü benimsemiş ve etkin bir hidrolik bürokrasisi (DSİ – Devlet Su İşleri) oluşturmustur (Molle v.d., 2009).
Türkiye örneğinde, ulusal enerji sektörünün ve su yönetiminin neo-liberal dönüşümü 1980’lerde yeniden yapilanma programının bir parçası olarak başlamistir (Baskan, 2011; Kibaroglu v.d., 2009). Örneğin, 3096 nolu Kanun (1984) ve 4628 nolu Elektrik Piyasası Kanunu (2001) ile elektrik sektöründe bir dizi reform paketi uygulanmistir. Bu kanunlarla birlikte rekabete dayanan bir elektrik piyasası oluşturulmus, piyasa aktörlerinin elektrik üretmesine ve dağıtmasına olanak sağlamak için Yap-İşlet-Devret (YİD) ve Yap-Kendin İşlet (YKİ) gibi farklı mekanizmalara yer verilmistir (Başkan, 2011). Ayrıca, bu mekanizmalarla piyasa aktörlerine, barajlar, su santralleri ve sulama kanalları gibi su altyapısını inşa etme, işletme ve yönetme görevleri de verilmis, böylece su sektoru ozel sektore acilmistir.Bu modeller, kamu-özel isbirligini artirmakla kalmamis, YID kontratları ve ruhsatları, hükümetlere, gayrimenkul hakları oluşturmanın toprağa oranla daha zor olduğu su gibi kaynaklar için yasal düzenlemeler uygulama olanağı sağlamistir.
Hidroelektrik enerji için su yönetimi sürecinde, devletin planlama ve finansmanda temel aktör olduğu geleneksel hidrolik misyonun ötesine geçildi. Devlet aynı zamanda işletmeci olarak davranmaya başladı. Yani, devlet aktörlerinin (DSİ gibi) sadece kamunun değil aynı zamanda özelin çıkarlarının da düzenleyicisi olduğu neo-liberal paradigmaya geçildi. Küçük ölçekte hidroelektriğin özelleştirilmesi, Türkiye su yönetimindeki neo-liberal misyonun (bu misyonda su kullanım hakları şirketler tarafından özelleştirilir ve hidrolik altyapının finansı ve ayrıca riskleri ve sorumlulukları piyasa aktörlerine aktarılır) bir parçası olarak görülebilir. Fakat, neo-liberal misyon Türkiye’de devlet hidrolik misyonunun söylemleriyle birlikte var olmaktadır. Zira devlet aktörleri özelleştirmeyi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100 yıldönümü olan 2023’e kadar Türkiye’nin su kaynaklarının yüzde 100’ünü kullanılabilir hale getireceklerini söyleyerek meşrulaştırmaktadırlar (Enerji ve Doğal Kaynaklar Bakanlığı stratejik planı, 2010).
Ekonominin neo-liberalleştirilmesiyle uyumlu olarak, hidroelektrik piyasası devlet tarafından düzenlenen ve gelişen bir piyasa haline gelmiştir. Bu süreçteki iki temel aktör, Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK) ve DSİ’dir. DSİ, özelleştirmenin ilk adımlarını su kullanım hakkı anlasmalarina göre uygulamakla yükümlü olan bir devlet organına dönüştürüldü (Kibaroglu v.d., 2009). Örneğin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın, Çevre Etki Değerlendirmesini (ÇED) onaylamasının ardından EPDK şirkete onu finansal, teknik, jeolojik, dizayn ve hidroelektrik santrali ile ilgili hidrolojik konularda sorumluluk almakla yükümlü kılan bir lisans verir (EPDK, 2010; Scheumann v.d., 2011). DSI ise sirketle su kullanim anlasmalarini imzalar. Giderek artan bu kamu-özel işbirliği hidroelektrik sektöründe daha liberal bir sisteme doğru yönelme olduğunu göstermektedir. Ancak, özel hidroelektrik yatırımlarını canlı tutan küresel bağlar ve ağlar, hidroelektrik piyasasının ve devlet-piyasa ilişkilerinin şekillenmesinde hayati bir öneme sahiptir.
KÜRESEL BAĞLANTILAR: HİDROELEKTRİK SANTRALLERİN FİNANSMANI
Hidroelektrik sektöründe meydana gelen değişiklikler, siyasi yönetimsel güç teşkil eden ulusal, bölgesel ve küresel gelişim stratejileri ile yakından bağlantılıdır. Türk hükümeti, iklim değişikliğiyle mücadele amacı ile giderek artan enerji ihtiyacını karşılama amacını birleştirerek enerji sektörünü rekabete acmak istemis ve özelleştirmenin yolunu acan 4628 nolu Elektrik Piyasası Kanunu’nu çıkarmistir. Hidroelektrik uretimi baglaminda, lisans verme ve su kullanım hakları ile ilgili prosedürleri ve prensipleri belirtmek için hidroelektrik enerji ile ilgili ek düzenleme hazırlanmistir(Uzlu v.d., 2011). Bu gelişmelerle birlikte, özel sektörün hidroelektriğe olan ilgisi devasa ölçüde artmistir. Üstelik, hukumet özellikle küçük ölçekli hidroelektrik projelerini finanse etmek için bir teşvik paketi hazırlamistir (Küçükali ve Barış, 2009). Kamu tesviklerinin yani sira özel kredi tesvikleri de bu yatirimlari kolaylastirmak amaciyla vardir. Örnegin, özel bir banka olan Türkiye Sınai Kalkınma Bankası (TSKB), içinde hidroelektrik santrallerin de olduğu ‘yenilenebilir enerji projeleri’ için kredi vermeye başlamistir. Ancak, hidroelektrik santrallerin finansmanına esas katkı, Türkiye’nin 2004’de Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çevre Sözleşmesi’ni (UNFCC) ve 2009’da Kyoto Antlaşması) imzalamasının ardından gelmistir.. Elberlein ve Heeb’e göre (2011), Türkiye’nin iklim değişikliği ile mücadelede temel stratejisi, Cancun İklim Değişikliği Konferansı’nda da görüldüğü gibi özel sektörle is birligini arttirmaktir. Türk hükümeti bu konferansta Dünya Bankası Piyasa Hazırlıklılığı Ortaklığı’nın kurucu üyelerinden biri olmasıyla özel sektör işbirliğiyle ne kadar ilgili olduğunu göstermiştir (Dünya Bankası, 2010; Eberlein ve Heeb, 2011).
Bu gelişmelerle uyumlu olarak Türkiye, Temiz Teknoloji Fonu (CTF) – Dünya Bankası tarafından verilen ve orta gelir düzeyinde ve hızla gelişmekte olan ülkelerin düşük karbon ekonomilerine geçişini finanse etmek için tasarlanmış olan düşük faizli kredi – tarafından verilen ilk krediyi de almistir (Dünya Bankası, 2011b). CTF’nin amaçlarından biri, “doğal yenilenebilir enerji kaynaklarından elde edilen enerji üretiminde özel sektör sahipliğini ve işletmeciliğini piyasa temelli Türkiye Elektrik Piyasası Kanunu çerçevesinde artırmaya, enerji verimliliğini yükseltmeye ve böylece sera gazı emisyonlarını azaltmaya yardımcı olmaktır” (World Bank, 2011b). Bunun bir parçası olarak, Türk hükümeti CTF ve Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası (IBRD) tarafından enerji verimliliği ve yenilenebilir enerji projelerini desteklemek için Türkiye’ye verilen 600 milyon dolarlık bir kredi programını imzalamayı kabul etmistir. (Uzlu v.d., 2011; Kucukali ve Baris, 2009). Ayrıca, Türkiye ve Dünya Bankası arasında imzalanan Özel Sektör Yenilenebilir Enerji ve Enerji Verimliliği Projesi, sera gazı salımını yılda bir milyon ton azaltmak ve yenilenebilir enerji alanındaki diğer yatırımları hızlandırmak için güneş, jeotermal, biyokütle, rüzgar ve küçük ölçekli hidroelektrik santrali gibi yeterince kullanılmayan kaynakları geliştirme amacı taşımaktadır (Eberlein ve Heeb, 2011). Güneş ve biyokütle enerji projelerine şimdiye kadar hiç kredi verilmezken, bu kredilerin büyük bölümü hidroelektrik projelerini finanse etmek için kullanılmaktadır. Çünkü hidroelektrik alaninda zaten var olan bir piyasa bulunmaktadır. Buna göre, Türkiye’de yenilenebilir enerji kullanımını ve sürdürülebilir enerji üretimini artırmaya ayrılacağı söylenen büyük fonlar sonucta cogunlukla hidroelektrik enerjinin geliştirilmesine hizmet etmektedir. Hidroelektrik üretimine finansal kredi kurumlarının yanı sıra, Avrupa Yatırım Bankası’ndan, Almanya İmar Bankası’ndan (KfW) ve İslami Kalkınma Bankası’ndan sayısız hibe akmakta ve bir cok projenin finansi böyle saglanmaktadir (World Bank, 2011b). Bankacılık sektörü dışında, yabancı yenilenebilir enerji şirketleri Norveç’ten Statkraft, Finlandiya’dan Pöyry, Almanya’dan RWE şirketleri de, Türkiye’deki düşük yatırım ve işletme maliyetlerinden dolayı hidroelektrik projelerin cazibesine kapılmaktadir. Bir DSİ görevlisi bu durumu soyle ozetliyor: “[biz] yabancı şirketleri tercih ediyoruz çünkü bu şirketler yenilenebilir enerji alanında ne yaptiklarini biliyor ve bizden daha fazla sayıda uzmanı var. Teknolojileri de daha iyi” (DSİ ile mülakat, Ankara 2010).
Ayrıca Türkiye hükümeti yerel girişimcileri çekmek için özel teşvikler sunmaktadir. Yenilenebilir enerji kaynaklarının elektrik enerjisi üretmek amacıyla kullanılması ile ilgili kanun ayni zamanda toprak haklarini da düzenlenmektedir (RES Kanun No. 5346 ve değişiklik kanun no. 6094, 2010). Bu duzenlemeye göre hidroelektrik santralin yatırım döneminde arazi kirasinda yüzde 85 oraninda indirim yapilmaktadir. Bu arazilere “Orman isleri ve/veya Hazine’nin sahip olduğu ya da devletin egemenliğindeki” toprak mülkün kira, erişim ve kullanım hakkı da dahildir. Baska bir tesvikte devletin elektrik aliminda gosterdigi garantidir. Buna göre, hukumet, rüzgâr gücü ve hidro santrallerle elektrik ureten özel şirketlerden 10 yıl süreyle bir kilowatt saati 7,3 cente alınmasını garanti eder (Kolcuoğlu, 2011).
Tesvikler ve kredilerin yanisira gönullu karbon piyasasina katilmak icin de bircok Turk sirketi (insaat, celik, otomotiv, tekstil sektorleri basta olmak uzere) hidroelektrik enerji yatirimi yapmaya baslamistir (özel bir şirket görevlisiyle söyleşi, Ankara 2011). TSKB gibi bazi bankalar, Türkiye’de uygulanan yenilenebilir enerji projeleri tarafından sağlanan gönüllü karbon kredisini satın alacağını ilan ederek bu yatirimlara destek vermistir. Bir TSKB görevlisi, finans sektöründeki bu yeni trendi ‘sürdürülebilir bankacılık’ olarak adlandırıyor (TSKB, 2010). Dolayısıyla hidroelektrik sektörü Türk iş dünyasına karbon piyasasından kâr elde etmek için önemli bir fırsat sunmaktadir (Harris ve Islar, 2011). Bu acilardan bakildiginda Turk devleti kendisini hem uluslararasi iklim değişikliği topluluğunda hem de finansal kredi kurumlari için bir aracı olarak konumlandırarak bu sürecin düzenlenmesinde ve kolaylaştırılmasında temel bir aktör haline gelmektedir. Bu durum, su sektoru goz onunde bulunduruldugunda hidrolik ve neoliberal misyon paradigmalarinın birlikte var olduğunu ve Türkiye su yönetiminde kamu ve özel alanların belirsizleştiğini göstermektedir. Bir yandan, jeostratejik rekabette önemli bir unsur olan enerji hakkında reel bir politika, devletin hidrolik misyonunu şekillendirmektedir (Kaygusuz ve Arsel, 2005). Diğer yandan, devlet ve Dünya Bankası arasında ortaya çıkan isbirlikleri, Avrupa ve Türk şirketleri arasında yeni yatırım ilişkileri Türkiye su yönetiminde olusan neo-liberal misyonu örneklemektedir.
SU VE TOPRAK HAKLARI
Dere bizim malimiz degil, biz sadece onun bir parçasıyız (Yuvarlakçay’dan bir köylü, 2010).
Politik, yönetimsel ve söylemsel güç, yukarıda anlatılan yasal düzenlemeler ve uluslararası anlaşmalar yoluyla işler hale getirilir. Ancak bu nehirlerin çevresinde yaşayan yerel halk, su kullanım haklarının özel şirketlere devredilmesinin geçim kaynaklarını tehdit ettiğini belirtmektedir. Birçok kisi “devlet bizi 49 yıllığına sattı”, “enerjiye ihtiyacımız yok, bu nehri çocuklarımızın geleceği için korumak bizim görevimiz”, “bu tam anlamıyla bir hırsızlıktır, su buraya ait” diyerek değişen sahiplik mekanizmalari hakkında kaygılarını dile getirdi (Yuvarlakçay’da yapılan röportajlar, 2010 ve İkizdere, 2010, Hamsici, 2010).
Mehta (2006), devletlerin piyasa aktörlerinin lehine olan politikaları kabul ettirdikleri için hak ihlalcileri haline geldiğini ve dolayısıyla yerel halkin haklarını erozyona uğrattığını belirtmektedir. Bazen yasal olarak düzenlenmiş olsa da, su ve toprak gaspı, bir yeri mesru olmadan işgal etmek anlamına gelir ve bu eylemin çeşitli olumsuz sonuçları vardır. Hidroelektrik projeleri “sadece suyun önceki akışını (ve kullanımını) değiştirmekle kalmaz, aynı zamanda yeni kullanımlar, yeni erişim yapıları ve su ve toprak dağılımı yaratır” (Swyngedouw, 2006). Konak’ın (2011) ayrıntılı örnek vaka incelemesi, Türkiye’nin bu alandaki yürütme organı olan Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı’nın hidroelektrik kalkinmasi konusunda yerel çevresel korumaya karşın nasıl küresel finansal ve ulusal çıkarlardan yana olduğunu gösteriyor. Türkiye Anayasası su haklarını, çevre ve topluluk temelli hakları ayri maddelerle tanımıyor olsa da dolaylı ibareler var. Örneğin, madde 17 ve 56 herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı olduğunu söylüyor. Konak (a.g.e.), Enerji ve Doğal Kaynaklar Bakanlığı’nın, ÇED’in çevresel olarak yıkıcı raporlarını onaylayarak Türkiye Anayasası’ndaki bu maddeleri ihlal ettiğini öne sürüyor. Buna göre, yürütme organı, ÇED gibi düzenleyici ve kontrol edici mekanizmaları kullanarak, derelerin insanlar ve doğa tarafından şimdiki ve gelecekteki kullanımını görmezden gelmektedir. Yuvarlakçay’dan bir köylü şöyle diyor: “Sorun elektrik değil. Asıl sorun onların bizim deremizi elimizden alıyor olmaları, bizim suyumuzun sahibi olamazlar” (mülakat, 2010). Hidroelektrik santrallerden etkilenen yöre halkinin su hakkı taleplerini dayandırabilecekleri, içme, sulama ve yerel ihtiyaçlar için kullanimlarini güvence altına alabilecekleri su icin duzenlenmis açık bir yasal ya da kurumsal çerçeve bulunmamaktadir. Oyleyse, HES karsiti yerel mücadeleler sadece dogayi ve geçim kaynaklarını korumak için değil, aynı zamanda su kullanma haklarının meşruluğunun tanınmasını kazanımı elde etmek ve seslerinin herkes tarafından duyulmasını sağlamak amacıyla da ortaya çıkıyor (Islar, 2012).
Toprak haklarindaki usulsuzlukler de yerel mucadelelerin sekillenmesinde rol oynamistir. Mesela, bazı alanların, hidroelektrik santrallerinin inşa edilmesi, taşıma yolları ve elektrik şebekelerinin kurulması için temizlenmesi sonucunda bir cok kisi toprak haklarindan vazgecmek zorunda birakilmistir. Yasal değişikliklerden sonra, hidroelektrik proje lisansi olan özel şirketler, santral arazisi uzerinde olan gayrimenkul mülklerin istimlâkini talep edebilmektedir. Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu’nunda onayiyla bazen “acil kamulastirma” kararları verilebilmektedir (Özeke, 2006). Avukat Okumuşoğlu, acil kamulastirma kararlarinin aslinda 2942 nolu kanunun açık ihlali olduğunu, ‘aciliyet’ kavraminin hidroelektrik gelişimi icin değil, yurt güvenliği ya da olağanüstü hal durumlarini kapsadigini belirtmektedir. Diğer bir deyişle, aciliyet ibaresi sadece savaş ya da devletin olağanüstü hal ilan ettiği durumlarda geçerlidir, hidroelektrik santrallerle ilişkili su ve toprak istimlakinde ise söz konusu değildir (Avukat, Yakup Okumuşoğlu ile röportaj, 2012). Bir STK raporuna göre (RHDSN, 2011) özellikle acil kamulastirma karari cikmis arazilerde toprak sahipleri kendi topraklarında yapılan hidroelektrik inşaatını sorgulama hakkına sahip değildir. Alakir Vadisi’ndeki (Güney Anadolu) Kozdere hidroelektrik santralinin inşaatı için alınan ‘acil kamulastirma’ kararı örneklerden biridir. TSKB yoluyla Dünya Bankası tarafından finanse edilen Kozdere hidroelektrik santralinin projesi acil kamulastirma karariyla özel mulkleri kamulastirmayi icermektedir. Buna ragmen, projenin kümülatif etkileri, ekonomik ve toplumsal etkileri şirketin Dünya Bankası’na verdiği raporda yer almamaktadir.Şirketin Dünya Bankası’na verdiği rapor, acil kamulastirmanin sadece 12 kişiyi etkileyeceğini ve bu kisilerin zaten başka yerlerde tarım arazisine sahip oldugunu sonuc olarak toplumsal bir etkinin olmayacagini öne surmektedir(Dünya Bankası, 2011a). Bu projeler henüz suyun yönünü değiştirmemiş ve enerji üretmeye başlamamış olsa da, proje asamasinda Alakır nehrinin çevresinde yaşayan yüz binlerce insan için tek su kaynağı oldugu, projelerin inşaatının yol açtığı yıkımdan kaynaklı bu şirkete karşı aktif bir sosyal mucadelenin oldugu Dunya Bankasina verilen raporda goz ardi edilmistir (Akdeniz Manşet, 2011; Bianet, 2010; Eberlein ve Heeb, 2011). Iste bu seffaflik ve hesap verilebilirlikte ortaya cikan sorunlar özel sektörun dogal kaynak kontrolundeki rolunu sorgulamaya neden olmaktadir.
SOSYAL DIŞLANMA
HES’lerin kirsal kesimde sosyal dislanmaya yol acma potansiyeli de arastirilmaya degerdir. Bu projeleri iş fırsatları olarak görenlerle, geçimleri bu nehirlere bağlı olanlar köyluler arasinda cikan fikir ayriliklari ayni zamanda zaten var olan esitsizlikleri de tekrar ortaya cikarmaktadir. Bu çatışmalar ve gelecekteki potansiyel sosyal dışlama, var olan cinsiyet iliskilerine, egitim seviyesine, refah, toprak sahipligi ve güç dengelerine bağlıdır (Dauvergne ve Neville, 2010). Örnegin, Karadeniz bölgesinde mühendislik bölümünden mezun olmuş genç bir köylü, komşularının ve ailesinin bir bölümünün bu hidroelektrik projelerine neden direndiğini anlamadigindan bahsederek, eğer hidroelektrik yapımında iş bulmuş olmasaydı büyük şehre göç etmek zorunda kalacağını, HES destekcisi olmasinin ailesiyle arasini actigindan bahsetti(Röportaj, 2011). Özel şirketlerin kendi projelerini desteklemeyen yerel halkı ikna etmek için verdigi para yardimlari, aile icin anlasmazliklara baska bir neden olarak gösteriliyor (röportaj, Yuvarlakçay 2010). Bazi vakalarda, özel şirketler köylülere burs ve muhtarın desteğini kazanmak için köyün camisinin yenilenmesi gibi teşvikler de sağlıyorlar (RHDSN, 2011; bkz bu rapordaki şirket ve köy muhtarı arasındaki protokol). Fakat bu çıkar ilişkileri genellikle sadece halk ve şirket arasında kalmayip, aynı zamanda köy muhtarıyla halk arasinda veya ailelerin kendi içinde toplumsal bölünmelerine de neden olup, güvensizliği artırıyor. Köyluler arasindaki toprak sahipligi, eğitim, yaş ve cinsiyetten gelen güç ilişkilerinin çok boyutluluğu, halkin HES lere yönelik olan goruslerini etkilemektedir.
Politik ve söylemsel güç, devlet ve yerel mücadeleler arasındaki çatışmalar yoluyla ortaya çıkmaktadır. Dryzek (2003), devletin sivil topluma yaklaşımındaki dönüşümleri açıklamak için pasif/aktif ve kapsayıcı/dışlayıcı ikiliklere bölünmüş bir matris kullanmaktadir. Dryzek’in matrisini izleyen Cerit-Mazlum (2007), Türkiye devletinin sivil topluma yaklaşımının ‘pasif dışlayıcı’ olarak görülebileceğini, yani devletin sosyal hareketlenmeye izin verdiğini fakat aynı zamanda bu organizasyonlar için gerekli koşulları desteklemediğini ve geliştirmediğini söyler. Genellikle ulusal retorik, çevre ile ilgili STK’ların eğitim ve farkındalıktaki tamamlayıcı rolünü vurgular. Böylece devlet, çevre ile ilgili STK’ları politik alanın dışına yerleştirmiş olur (a.g.e.). Diğer bir deyişle devlet, belirli taleplerin halk tarafından duyulmasına izin verirken diğer fikirleri görmezden gelir. Cerit- Mazlum, çevre ile ilgili taleplerin genellikle görmezden gelindiğini ve devletin seçici algısından geçemediğini irdelemektedir. Devletin, etkilenen grupların yerel direnişine tepkisi, çevre ile ilgili gruplara yönelik yaklaşımı ile benzerlikler taşımaktadır. Türkiye’nin başbakanı Erdoğan, bu insanları “bir takim çevreci tipler” ya da “boş zamanlarını dolduran insanlar” (NTVMSNBC, 2008) olarak betimleyerek onların çabalarını ve taleplerini önemsizleştirmek istemistir. Erdoğan protesto eden insanlari böyle tanimlayarak, bu direnişi bir hak mucadelesinden ziyade bir çevre hareketi olarak çerçevelendirmiştir. Bu tur soylemler, hükümetin hidroelektrik politikalarını meşrulaştırmak ve bu politikaları uygulamasını olanaklı kılmak için kullanılan politik ve söylemsel gücü göstermesi açısından önemlidir. Yine de, Türkiye’nin farklı bölgelerindeki köylüler, ortak deneyimlerini paylaşarak hidroelektrik projelere ve bu tur soylemsel dislanmalara karşı harekete geçmeyi başarmıstir. Anadolu halkının başlattığı etkinliklerden birisi olan ‘Büyük Anadolu Yürüyüşü’ farkındalık yaratmak ve başbakanı “suyu, doğayı ve köklerini korumaya” ikna etmek için çeşitli köylerden Ankara’ya doğru yapılan 40 günlük bir yürüyüştü (Anadolu’yu Vermeyeceğiz Platformu, 2011). Bu protestoların ardından devletin bu hareketlere yönelik örtük dışlayıcı yaklaşımı daha aktif bir dışlayıcı yaklaşıma dönüşmustür. Bu kolektif yürüyüşün dışında, yerel mücadelelerden insanlar, terör örgütlerinin propagandasını yaptıkları gerekçesiyle sorgulanmis ve tutuklanmıstir (Radikal Gazetesi, 2011). Devlet, terörizm gibi güvenlik konularını, HES’lerden etkilenen insanları da kapsayacak şekilde çevreci gruplar ile ilişkilendirerek açıkça bu insanların taleplerini reddetmis ve onları ötekileştirmistir.
EKOLOJİK ETKİLERİ ÖNEMSİZLEŞTİRMEK
İklim değişikliğini azaltma stratejisi olarak hidroelektrik enerjiyi ön plana cikarmak çevre koruma hedefleriyle her zaman uyumlu olmayabilir. Şekercioğlu v.d. (2011), kümülatif cevre etki değerlendirmeleri yapilmayan baraj ve hidroelektrik santrali projelerinin nehir ekosistemini değiştirdiklerini, suyun miktari ve kalitesini etkilediklerini, endemik türlerin hareketini engelleyerek baskın türlerin istilasını kolaylaştırdıklarını söylemektedirler. 6094 Sayılı Yenilenebilir Enerji Kanunu’nda 2010’da yapılan değişiklik, koruma altına alınmış SIT alanlarinin hidroelektrik santralleri yapımına acilmasina izin vererek tartışmalara yol acmistir. Kanunda belirtildiği gibi, “Doğal koruma altındaki alanlarla ilgili olarak, Bakanlığın onayının alınması ya da bölgesel koruma heyetinin onayının alınması koşuluyla, yenilenebilir enerji kaynakları kanununa dayanarak, elektrik üretimi tesislerinin ulusal parklara, doğal parklara, doğal anıtlara ve doğa koruma alanlarına, koruma altındaki ormanlara, doğal yaşamın teşvik edildiği alanlara ve özel çevre koruması altında olan alanlara kurulmasına izin verilmiştir” (RES, 2010). Bu gelişme, ortak kaynakların etrafının çevrildiği ve halka kapalı alanlara dönüştürüldüğü ‘mülksüzleştirme yoluyla birikim’in[9] temsili bir örneğidir.
Küçük ölçekli hidroelektrik sistemlerinin görece olarak daha düşük bir çevresel etkiye sahip olması beklenmekle birlikte, birden fazla tesisin su transferinden ve elektrik şebekeleri inşaatından dolayı biyoçeşitlilige tehdit oluşturduğu iddia edilmektedir (Kömürcü ve Akpınar, 2010). Örneğin, Karadeniz bölgesindeki İkizdere örneğinde, ayni dere üzerine 21 hidroelektrik projesi kurulması için lisans verilmistir (İkizdere Derneği ile röportaj, 2010; Konak, 2011). İkizdere vadisinde görüldüğü gibi, eğer sorumsuzca yapılır ve işletilirse küçük çaplı projeler bile kümülatif bir çevre felaketine yol açabilmektedir.
Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı’nın ÇED’lerle ilgili kararları, sivil toplum ve üniversiteler tarafından hazırlanan raporlarla aralarında çelişkiler bulunmasıyla tartışılır hale gelmiştir. Örneğin, Doğa Derneği ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi tarafından hazırlanan raporlar, ÇED raporlarının yeraltı suyuna, hayvan ve bitki habitatına ve su kalitesine olan etkilerinin tam olarak araştırılmadan hazırlandığını göstermişlerdir (Muluk v.d., 2009). Birincisi, suyun tünellere alınıp başka vadilere aktarılması derelerin aşağı akım bölümü ile yukarı akım bölümü arasındaki bağlantı kestiği ve balık göçlerini engellediği için ayrıca üstünde durulması gereken bir çevre etkisidir. İkincisi, Bakanlığın ÇED komisyonu tarafından belirlenen, çevrenin sürdürülebilirliği için gerekli olan can suyunun miktarı konusunda anlaşmazlıklar vardır. Su kullanım hakları anlaşmalarına göre proje, balık popülasyonunu, biyoçeşitliliği ve su kalitesini göz önüne alarak suyun akışının 10%’unu bırakılmalıdır. Ancak böyle standardize edilmiş can suyu miktarı Türkiye’nin farkli iklimli, bölgelere göre çeşitlilik gösteren doğasini yok saymaktadır. Uzmanlara göre, nehir ekosistemlerinin sürdürülebilirliği için bazi bölgelerde 40-60% oranında suyu dere yatağına bırakmak gerekmektedir (Şekercioğlu v.d., 2011; TMMOB, 2011).
Ayrıca, santral işletmecilerin can suyu miktarı koşullarına uyup uymadıkları herhangi bir devlet kurumu tarafından izlenmemekte, şirketlerin kontrolüne bırakılmış durumdadır. ÇED komisyonundaki bir görevli, kontrol mekanizmalarında bazı zayıflıklar ve prosedürle ilgili sorunlar olduğunu kabul etmektedir. ÇED başkanlığı internet sayfalarından nehirlerin farklı bölümlerindeki minimum debi seviyelerini takip edebilecekleri online bir izleme sistemi kurmaya çalıştıklarını söylemiş, fakat santral sahiblerinin kurulacak debi ölçeri kapatıp kapatmadığını kontrol etmelerinin mümkün olmadığına da dikkat çekmiştir (ÇED bölümü görevlisiyle röportaj, Ankara 2012). Scheumann v.d. (2011) ise ÇED mekanizmalarının çok sayıda yapılan projelerin tek bir nehir üzerindeki toplam etkilerini ölçmeye yeterli bir mekanizma olmadığını iddia ederek, Türkiye’nin cevre denetim mekanizmalarının AB’nin Stratejik Çevre Ölçümü (SÇÖ) direktifi ile uyumlu hale getirmesini önermektedir. Buna göre SÇÖ, santral projelerinin kümülatif ve sinerjik etkilerini ölçmede daha iyi bir araç olarak öne sürülmektedir (a.g.e.).
Hidroelektrik santrallerin fizibilitesinde, teknik ve çevresel etki değerlendirilmelerinde acele etmek, ciddi ve geri döndürülemez çevre sorunlarına yol açabilmektedir. Fakat, her projenin çevre ve geçim kaynakları üzerinde aynı etkiye sahip olmadığını da belirtmek önemlidir. Bazı şirketler çevre dostu projeler ve proje hazırlanma asaması öncesinde katılımcı yaklaşımlar geliştirmektedir. Bazı şirketlerin bakış açısına göre, yerel mücadeleler para ve zaman kaybı anlamına gelmektedir ve dolayısıyla böyle bir durum iş dünyası açısından da kârlı değildir. Statkraft, Türkiye’deki hidroelektrik enerji sektöründe diyaloga ve katılımcı bir karar mekanizmasına ihtiyaç olduğunu açıkça söylemektedir(Turkish Daily News, 25/10/10). Birçok vakada görüldüğü üzere yerel halkın yörelerinde santral yapılacağını santral inşaatı başladığında öğrenmektedir. Özel bir şirketten başka yetkili ÇED toplantıları ve usulsüzlüklerle ilgili “bu aralar bütün hidroelektrik santrallerinde direniş var çünkü bazı şirketler umursamazca çevreye zarar veren hidroelektrik santrali yapımına devam etmektedir” (Röportaj, 2011).
SONUÇ
Bu makale, son dönemde Türkiye’deki özelleştirilmiş hidroelektrik sürecinde görülen bazı vakaların ‘su gaspı’ örneği olduğunu ve çeşitli açılardan tutarsızlıklar barındırdığını iddia etmektedir. Birincisi, hidroelektrikte özelleştirme su kullanımı ve dere suyuna erişim konusunda yetkilendirme ve mülkiyet rejimlerini değiştirerek toprak ve su haklarında ihlallere yol açmaktadır. Bu argüman, makalenin Türkiye’nin su politikalarının neo-liberalizme uygun olarak yeniden düzenlendiği iddiası ile bağlantılıdır. Bu düzenleme, yasal çerçevelerin, devletin ve kırsal toplulukların mülkiyeti altındaki toprak ve suyun, ciddi ekolojik ve toplumsal sorunlara yol açacak olmasına rağmen yeniden tahsis edecek şekilde düzenlemelere tabi tutulduğu bir dışlama biçimi üretir. Muğlak ÇED süreçleri, koruma altındaki alanlarda inşaat yapılmasına izin veren yenilenebilir enerji kanunları ve acil kamulaştırma kararları, yasal hakların nasıl özel çıkarlar lehine hazırlandığını göstermektedir. Devlet, meşru yasa yapıcı organ olarak, yasal yolla hegemonik bir hak anlayışı üretmektedir. Neo-liberal bir çağda, devlet dışı aktörlerin hükümet politikalarının ve dolayısıyla yasal sistemlerin belirlenmesinde de rolü vardır. Dolayısıyla, karar verme süreçlerindeki çeşitli aşamalarda hakların nasıl yaratıldığına, müzakere edildiğine, nasıl görmezden gelindiklerine ve bunlara nasıl itiraz edildiğine bakmak gereklidir. Bu, kanun ve kuralların yaratmada devletçi bir uygulamadan, su haklarının, yasal hakların uygulanmasında gerçek hayattan kaynaklanan zorlukları da içeren daha köklü bir kapsayıcı ve çoğulcu bir legal analize yönelmeyi gerektirmektedir(Badenoch v.d., 2011). Diğer bir deyişle, haklara yönelik daha kapsayıcı bir yaklaşım, insanlar ve çevre arasındaki ve aynı zamanda farklı çıkarlara sahip olan ama aynı kaynakları paylaşan insanlar arasındaki etkileşimi de kolaylaştırır.
İkincisi, devlet ve iklim değişikliği topluluğu arasındaki yeni ittifaklar ve ulusötesi şirketlerin katılımı, “daha yaygın ve opak bir yönetim biçimini işaret eder. Bunun, şeffaflığın ve hesap verebilirliğin ortadan kalkması ve önerilen bu projelerin gelecekteki ekonomik geri dönüşlerinin, çevresel ve toplumsal etkilerinin ölçümlerinin yarım kalması gibi politik ve teknik sonuçları vardır” (Bakker, 1999).
Üçüncüsü, bu makale, yaşamları nehirlere ve nehir ekosistemlerine bağlı olan kırsal toplulukların perspektifinden çelişkileri tasvir ederek, su ve toprak gaspının ne anlama geldiğini göstermektedir. Su ile ilgili farklı anlayışlar ve nehirlere ithaf edilen farklı anlamlar direniş söylemlerinin içinde yer almaktadır. Hidroelektrik projeleri, “suyun homojen, tarihsel olmayan ve ‘kültürel içerikten yoksun’, insanlardan ve doğadan ayrıştırılmış anlamını temsil etmektedir (Linton, 2010). Suya verilen böyle bir dar anlayışın, sosyal doğa anlayışıyla karşılaştığı yerde hidroelektriğe karşı sosyal direnişler ortaya çıkmıştır. Çünkü derelerin etrafında yasayan insanlar suyu ve dereyi bir proje planı olarak değil, kendi yaşamlarının bir parçası, tarihleri ve gelecekleri olarak görmektedir.
TEŞEKKÜR
Ilgili devlet kurumlarina, fikirlerini paylasan özel sektör yetkililerine ve Rize ve Yuvarlakçay bölgesinde yasayan ve mücadelede aktif rol alan butun koylulere bu arastirmanin verilerini toplamam konusunda yardim ettikleri icin tesekkur ederim. Bu makaledeki bütün eksikliklerin sorumluluğunu sadece bana aittir.
Su Hakkı Kampanyası’nın Notu: Bu yazı ilk olarak Water Alternatives‘in Haziran 2012 sayısında İngilizce olarak yayınlanmıştır. Türkçe tercümeye izin verdiği için Mine İşlar’a teşekkür ederiz.
REFERANSLAR
Anadolu’yu vermeyecegiz. 2011. Basın açıklaması. http://vermeyoz.net/ (giriş 25 April 2011)
Akdeniz Manşet. 2011. Alakir sit alanıdır. 4 Haziran 2011.
Atlas. 2011. Anadolunun derelerine polis barajı. 24 Mayıs 2011.
Badenoch, N.; Lazarus, K.; Resurreccion, B.P. ve Dao, N. 2011. Water governance and water rights in the Mekong Region. Lazarus, K.; Badenoch, N.; Dao, N. ve Resurreccion, B.P. (Eds), Water rights and social justice in the Mekong region, syf. 197-216. Washington, DC: Earthscan.
Bakker, K. 1999. The politics of hydropower: Developing the Mekong. Political Geography (18): 209- 232.
Başkan, A. 2011. Liberalization of Turkey’s hydroelectricity sector. Kibaroglu, A.; Scheumann, W. ve Kramer, A. (Eds), Turkey’s water policy: National frameworks and international cooperation, syf. 83-93. Berlin, Germany: Springer.
Baskaya, S.; Baskaya, E. ve Sari, A. 2011. The principal negative environmental impacts of small hydropower plants in Turkey. African Journal of Agricultural Research 6(14): 3284-3290.
Bernstein, H. 2010. Class dynamics of agrarian change. Halifax: Fernwood; MA: Kumarian Press.
Bianet. 2010. Alakır İnsanı Vadisini Korumaya Kararlı. 6 Aralık 2010.
Boelens, R. ve Hoogendam, P. (Eds). 2002. Water rights and empowerment. Assen, the Netherlands: Van Gorcum.
Boelens, R.; Zwarteveen, M. ve Dik, R. 2005. Legal complexity in the analysis of water rights and water resource management. Dik, R.; Boelens, R. ve Zwarteveen, M. (Eds), Liquid relations. Legal pluralism and contested water rights, syf. 1-20. USA: The State University.
Borras, S. ve Franco, J. 2010. Towards a broader view of the politics of global land grab: Rethinking land issues, reframing resistance. ICAS Working Paper Series No. 001.Netherlands: TNI.
Borras, S.; McMichael, P. ve Scoones, I. 2010. The politics of biofuel, land and agrarian change: Editors’ introduction. Journal of Peasant Studies 37(4): 575-592.
Borras, S.; Hall, R.; Scoones, I.; White, B. ve Wolford, W. 2011. Towards a better understanding of global land grabbing: An editorial introduction. Journal of Peasant Studies 38(2): 209-216.
Çarkoğlu, A. ve Eder, M. 2001. Domestic concerns and the water conflict over the Euphrates-Tigris river basin. Middle Eastern Studies 36(1): 41-71.
Çaykara Gazette. 2011. HES Kavgasında Üç Kişi Tutuklandı. 23 Eylül 2011.
Cerit-Mazlum, S. 2007. Süreklilik ve Değişimler Ekseninde Çevre Politikası (Environmental Policy: Continuities and Changes). Erkul, H. ve Gökdemir, L. (Eds), Türkiye’de Cumhuriyetin Kuruluşundan Günümüze Uygulanan Kamu Politikaları-I (Public Policies in Turkey-I), syf. 219-256. Ankara: Detay.
Coşkun, O. 2011. Eurasian energy bridge. Revolve. No. 2. www.revolvemagazine.com/2011/06/07/turkey-eurasian-energy-bridge/ (26 Ekim 2011)
Dauvergne, P. ve Neville, K.J. 2010. Forests, food, and fuel in the tropics: The uneven social and ecological consequences of the emerging political economy of biofuels. The Journal of Peasant Studies 37(4): 631-660.
Dryzek, J. 2003. Green states and social movements: Environmentalism in the United States, United Kingdom, Germany and Norway. Oxford: Oxford University Press.
Eberlein, C. and Heeb, M. 2011. Climate finance in Turkey: The contribution of the World Bank Clean Technology Fund to transforming Turkish energy sector. Zurich: Berne Declaration.
EMRA (Energy Market Regulatory Authority). 2010. The report on energy services. www.epdk.gov.tr/english/default.asp (accessed 15 March 2010)
ENERDA (Energy investment and consultancy). 2012. Satılık HES projeleri. www.enerda.com/index.php?dil=tr&sayfa=duyurular&duyuruid=47 (accessed 30 March 2012)
Ferguson, J. 2010. The uses of neoliberalism. Antipode (41): 166-184.
Guardian. 2011. Turkey’s Great Leap Forward risks cultural and environmental bankruptcy. 29 Mayıs 2011.
Hamsici, M. 2010. Dereler ve İsyanlar. İstanbul: NotaBene.
Harris, L. ve İşlar, M. 2011. Neoliberalism, nature and changing modalities of environmental governance in contemporary Turkey. 9-10 Eylül 2011’de, Vancouver, Simon Fraser Üniversitesi’nde yapılan ekonomik kriz ve küresel ekonominin yeniden örgütlenmesi konferansında sunuldu.
Harvey, D. 2005. Brief history of neoliberalism. Oxford: Blackwell.
Haughton, G. 2002. Market making: Internationalisation and global water markets. Environment and Planning A 34(5): 791-807.
DSİ görevlisiyle röportaj. 2010. Ankara.
Yuvarlakçay’daki köylülerle yapılan röportajlar. 2010. Mugla.
İkizdere’deki köylülerle yapılan röportajlar. 2010, Rize .
İkizdere’deki köylülerle yapılan röportajlar. 2011. Ankara.
Özel sektör ile röportaj. 2011. Ankara.
Avukat Fevzi Özlüer ile röportaj. 2012. Ankara.
Avukat Yakup Okumuşoğlu ile röportaj. 2012. Zonguldak.
IPCC (Intergovernmental Panel on Climate Change). 2011. Hydropower. In Edenhofer, O.; Pichs-Madruga, R.; Sokona, Y.; Seyboth, K.; Matschoss, P.; Kadner, S.; Zwickel, T.; Eickemeier, P.; Hansen, G.; Schlömer, S. and von Stechow, C. (Eds), Special report on renewable energy sources and climate change mitigation, pp. 437-495. Cambridge, United Kingdom; New York, NY, USA: Cambridge University Press.
Islar, M. 2012. Struggles for recognition: Privatization of water use rights of Turkish rivers. Local Environment: The International Journal of Justice and Sustainability 17(3): 317-329.
Kaygusuz, K. ve Arsel, M. 2005. Energy politics and policy. In Adaman, F. ve Arsel, M. (Eds), Environmentalism in Turkey: Between democracy and development, pp. 149-167. London: Ashgate.
Kibaroglu, A.; Baskan, A. ve Alp, S. 2009. Neo-liberal transitions in hydropower and irrigation water management in Turkey: Main actors and opposition groups. In Huitema, D. ve Meijerink, S. (Eds), Water policy entrepreneurs. A research companion to water transitions around the globe, syf. 287-304. Cheltenham, UK: Edward Elgar.
Kibaroglu, A. ve Baskan, A. 2011. Turkey’s water policy framework. In Kibaroglu, A.; Scheumann, W. and Kramer, A. (Eds), Turkey’s water policy: National frameworks and international cooperation, syf. 3-25. Berlin, Germany: Springer.
Kolcuoglu, D.2011. Incentives under the long-awaited Renewable Energy Law – Turkey. www.hg.org/article.asp?id=20931 (accessed 2 November 2011)
Konak, N. 2011. The emergence of environmental concerns and judiciary system: River-based hydro schemes in Turkey. Paper presented at the 7th International Conference on Environmental, Cultural, Economic and Social Sustainability in University of Waikato, Hamilton, New Zealand, 5-7 Ocak 2011.
Kömürcü, M.İ. ve Akpınar, A. 2010. Hydropower energy versus other energy sources in Turkey, Energy Sources: Part B: Economics, Planning, and Policy 5(2): 185-198.
Küçükali, S. ve Barıs, K. 2009. Assessment of small hydropower (SHP) development in Turkey: Laws, regulations and EU policy perspective. Energy Policy 37(10): 3872-3879.
Linton, J. 2010. What is water? The history of a modern abstraction. Vancouver: University of British Columbia Press.
Mehta, L. 2006. Water and human development: Capabilities, entitlements and power. United Nations Human Development Report, UNDP. http://hdr.undp.org/es/informes/mundial/idh2006/trabajos/Mehta_L_rev.pdf (giriş 10 Ekim 2011)
Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı. 2010. Stratejik Plan 2010-2014. Ankara: Türkiye Cumhuriyeti. www.enerji.gov.tr/index.php?dil=en&sf=webpages&b=yayinlar_raporlar_EN&bn=550&hn=&id=40721 (giriş 15 Mayıs 2012)
Muluk, C.; Tural, A.; Yilmaz, D.; Zeydanli, U. and Bilgin, C. 2009. Barhal Vadisi Hidroelektrik Santral Etkileri Uzman Raporu, www.turkiyesumeclisi.net/dosyalar/barhal.pdf (accessed 25 April 2010)
Molle, F.; Mollinga, P. ve Meinzen‐Dick, R. 2008. Water, politics and development: Introducing Water Alternatives. Water Alternatives 1(1): 1‐6.
Molle, F. 2008. Nirvana concepts, narratives and policy models: Insight from the water sector. Water Alternatives 1(1): 131‐156.
Molle, F.; Mollinga, P.P. ve Wester, P. 2009. Hydraulic bureaucracies and the hydraulic mission: Flows of water, flows of power. Water Alternatives 2(3): 328‐349.
Mollinga, P. 2003. On the waterfront: Water distribution, technology and agrarian change in a South Indian canal irrigation system. New Delhi: Orient Longman.
National Renewable Energy Laboratory. 2001. Small hydropower systems. United States of America.
NTVMSNBC (National Television Microsoft Network National Broadcasting Company) 2008. Erdoğan: Ben çevrecinin daniskasıyım, 23 Ağustos 2008.
Özeke, H. B. 2006. Turkey: Privatization of electricity distribution sees the light. www.mondaq.com/article.asp?articleid=41696
Radikal Gazetesi. 2011. Hopa protestocularına terör suçlaması. 12/10/2011.
RES (Renewable Energy Sources), 2010. The Law Amending the Law on Utilization of Renewable Energy Resources in Electricity Generation (Law No. 6094), Official Gazette dated 08/01/2011.
RHDSN. Report on HEPPs, dams and status of nature in Turkey. Istanbul: Turkish Water Assembly.
Scheumann, W.; Baumann, V.; Mueller, A.; Mutschler, D.; Steiner, S. ve Walenta, T. 2011. Environmental impact assessment in Turkish dam planning. In Kibaroglu, A.; Scheumann, W. and Kramer, A. (Eds), Turkey’s water policy: National frameworks and international cooperation, pp. 139-159. Berlin, Germany: Springer.
Şekercioğlu, C.H.; Anderson, S.; Akcay, E.; Bilgin, R.; Can, Ö.E.; Semiz, G.; Tavşanoğlu, Ç.; Yokeş, M.B.; Soyumert, A.; İpekdal, K.; Sağlam, İ.K.; Yücel, M. and Dalfes, N. 2011. Turkey’s globally important biodiversity in crisis. Biological Conservation 144(12): 2752-2769.
Statkraft. 2010. Statkraft in Turkey. www.statkraft.com/presscentre/news/2010/statkraft-in-turkey.aspx (giriş 10 Ekim 2011)
Svendsen, M. ve Nott, G. 1999. Irrigation management transfer in Turkey: Process and outcomes. EDI Participatory Irrigation Management Case Studies Series. http://files.inpim.org/Documents/sve_turk.pdf (giriş 25 Ağustos 2011)
Swyngedouw, E. 2005. Dispossessing H2O: The contested terrain of water privatization. Capitalism Nature Socialism 16(1): 81-98.
Swyngedouw, E. 2006. Power, water and money: Exploring the nexus in United Nations Human Development Report. New York: UNDP. http://hdr.undp.org/en/reports/global/hdr2006/papers/swyngedouw.pdf (giriş 15 Eylül 2011)
TMMOB (Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği). 2011. The report on hydropower projects. www.tmmob.org.tr/resimler/ekler/682384b57999789_ek.pdf (accessed 15 November 2011)
TSKB (Türkiye Sınai Kalkınma Bankası). 2010. TSKB ikinci kez ‘Yılın Sürdürülebilir Bankası’ ödülünü aldı. www.tskb.com/about_TSKB/ (giriş 21 Eylül 2011)
Yuvarlakçay’ı Koruma Platformu. 2010. Basın açıklaması. 10/02/2010.
Uzlu, E.; Akpınar, A. ve Kömürcü, M.İ. 2011 Restructuring of Turkey’s electricity market and the share of hydropower energy: The case of eastern Black Sea basin. Renewable Energy 36(2): 678-688. Water Manifest. 2010. Turkish Water Assembly. http://english.turkiyesumeclisi.net/ (giriş 10 Mayıs 2010)
Wittfogel, K. 1957. Oriental despotism: A comparative study of total power. New Haven: Yale University Press.
World Bank. 2010. Announcement of partnership for market readiness. http://climate-l.iisd.org/news/world-bank-launches-partnership-for-market-readiness/ (accessed 10 October 2011)
World Bank. 2011a. Reporting form for land acquisition/social impacts of portfolio projects: Kozdere HEPP, Alakir Creek in Antalya province. Second Renewable Energy and Energy Efficiency Project 4. http://documents.worldbank.org/curated/en/2011/10/15287553/turkey-second-renewable-energy-energy-efficiency-project-resettlement-plan-vol-11-33-kozdere-hepp-alakir-creek-antalya-province-reporting-form-land-acquisition-social-impacts-portfolio-projects (giriş 12 Ekim 2011)
World Bank. 2011b. Clean Technology Fund (CTF) investments in Turkey: Comment on Berne Declaration Report. Washington, DC: World Bank.
Worster, D. 1985. Rivers of empire: Water, aridity, and the growth of the American West. New York: Pantheon.
Zwarteveen, M.Z. and Meinzen-Dick, R.S. 2001. Gender and property rights in the commons: Examples of water rights in South Asia. Agriculture and Human Values 18(1): 11-25.
[1] 1 IPPC’nin (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli) yenilenebilir enerji kaynakları hakkındaki raporuna göre (2011), rezervuar tipi hidroelektrik ile karşılaştırıldığında nehir tipi hidroelektriğin etkisi daha azdır. Yine de, nehir tipi hidroelektrik te suyun akışının yönünü değiştirdiğinden su miktarını ve kalitesini azaltarak nehrin ekolojisini etkiler. Türkiye’deki bazı nehir tipi santrallerde, verimsiz çevresel ölçüm ve izleme, zayıf projelendirme ve uygulamalar ciddi çevresel ve toplumsal sorunlara yol açmıştır (Türkiye’deki küçük hidroelektrik santrallerinin çevresel etkileri üzerine daha fazla bilgi için bkz. Başkaya v.d., 2011).
[2] Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli
[3] Politik duruş, ideoloji, strateji ve taktikler açısından homojen bir muhalefet olmadığını belirtmek önemli.
[4] Türkiye’nin HES, baraj ve doğa durumu raporu
[5] Gıda ve Tarım Örgütü
[6] Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı
[7] Bu makalede IWRM tartışılmayacaktır.
[8] Eric Swyngedouw (2006) bu terimi, Wittfogel’in ulusal düzeyde politik güç ve büyük çaplı hidroyapıların gelişimi hakkındaki analizini açıklarken kullanır (ayrıntılı bilgi için bkz Wittfogel, 1957; Worster, 1985; Swyngedouw, 2006).
[9] Harvey (2005), neo-liberalizasyon altında mülksüzleştirme yoluyla birikim yapmanın araçları konusunda çok net bir açıklama yapıyor. Toprağın ticarileştirilmesi ve özelleştirilmesi, köylülerin zorla tahliyesi, ve çeşitli biçimlerdeki mülkiyet haklarının ayrıcalıklı özel mülkiyet haklarına dönüşmesi, ya da hakların bastırılması, refahın yeniden dağıtılmasına yol açan bu mekanizmalardan bazılarıdır (a.g.e.).