Kaynak: Hasan Sarpten, Kıbrıspostası, 27 Ocak 2014
Yeryüzünde her defasında aynı sonucu veren bilinen bir gerçeklik vardır; o da ekolojik bir soruna getirilen tüm teknolojik çözümlerin başarısız olduğudur. Durum böyleyken su kaynaklarının geliştirilmesiyle ilgili indirgemeci yaklaşımlar doğal kaynaklar söz konusu olduğunda doğanın yetersiz, geleneklerin ise verimsiz olduğunu savunur.
Ne varki farklı ekolojik bölgeler, çeşitli kültür ve ekonomilerin temelini oluşturacak şekilde oluşurlar.
Kurak bölgeler meracılık için, yarı kurak bölgeler koruyucu sulamayla desteklenen kuru tarım için sürdürülebilir bir şekilde kullanılmalıdır.
Buna karşın haliyle Kıbrıs’ta durum buna uygun olarak şekillenmemiş, uzunca bir süredir kurak bir ülke olmamıza rağmen su zenginiymiş gibi har vurup harman savurduk.
Bir yandan kuraklığı önlemenin tek yolunun kuraklık parası dağıtmak olduğunu düşünürken öte yandan halen vahşi sulamayla narenciye üretimi gibi sulu tarımda ısrar etmekteyiz.
Oysa, sadece bizim değil, tüm dünyanın çetin bir su kriziyle karşı karşıya olduğu herkesçe kabul edilmektedir.
Daha şimdiden suyun bol olduğu ülkeler su kıtlığı yaşamaya, su kıtlığı olan ülkeler ise su yokluğu yaşamaya başladılar.
BM’in yayınladığı ‘‘Gelecek İçin Tatlı Su’’ raporuna göre, dünyanın su bakımından en sorunlu bölgesi “petrol zengini” olan Ortadoğu…
Ortadoğu, dünya nüfusunun yüzde 5’ini barındırıyor. Ancak dünyadaki temiz su kaynaklarının sadece yüzde 1’i bu bölgede bulunuyor. Üstelik bu kaynağın yüzde 90’ı sınır aşan sulardan oluşuyor.
BM bu raporla birlikte 2040 yılında Ortadoğu’da “su savaşları” yaşanabileceği uyarısında bulunuyor.
Ve; yine rapora göre Türkiye 2025 yılında ciddi bir su sıkıntısı çekecek, 2030’da kişi başına yıllık su miktarının bin metreküpün altına düşerek “su fakiri” bir ülke haline dönüşecek.
Peki biz napıyoruz, yıllık ihtiyacı yaklaşık 90 milyon metroküp olan bir ülkeye nerdeyse bu suyun tamamına yakınını borularla Türkiye’den getirmeye çalışıyoruz.
Adına da kimileri ‘‘asrın projesi’’ diyor ama madalyonun tersinden bakınca daha çok ‘‘asrın hatası’’ olduğu su götürmez!
Çünkü, güzel bir hindu atasözünün dediği gibi, ‘‘çok fazla ya da çok az su yaradılışı yok eder’’.
Yaşadığımız susuzluk, ekolojik bir krizidr ve ekolojik bir krizin çözümü teknolojik yöntemlerle gerçekleşemez.
Türkiye’den su getirilmesi başlı başına, ticari nedenleri olan, ancak piyasaya dayanan bir çözüm içermeyen ekolojik bir krizdir.
Vandana Shiva’nın ‘‘Özelleştirme, Kirlenme ve Kar: Su Savaşları’’ adlı kitabı bu tür su krizlerinin açıklanmasında birbiriyle çatışan iki paradigmaya yer verir: ‘‘Piyasa Paradigması’’ ve ‘‘Ekoloji Paradigması’’.
Piyasa paradigması su kıtlığını, su ticaretinin olmamasından kaynaklanan bir kriz olarak görür. Buna göre, su taşınabilirse ve su kıtlı olan bölgelere akatarılabilirse yüksek fiyatlar suyun korunmasına yardımcı olacaktır.
Ancak, piyasa varsayımları su çevriminin koyduğu ekolojik sınırlara ve yoksulluğun çizdiği ekonomik sınırlara karşı kördür.
Suyun aşırı tüketimi ve su çevriminin tahrip edilmesi piyasaların başka metalarla idaeme edemeyeceği mutlak kıtlıklar yaratır.
Doğa tarafından kısmen stok olarak kısmen de akış olarak temin edilen su, bazı bölgelerde maliyetsiz olarak mevcutken bazı bölgelere nakledilmesi oldukça pahalıdır.
Bununla birlikte hangi gerekçe öne sürülürse sürülsün, suyyun idda edilen eşsiz önemi ekonomik analiz esnasında ortadan kalkar.
Çünkü, su yok olduğunda hiçbir alternatifi yoktur. Hayvan ve bitkilerin yaşamı için vazgeçilmez olan bu değerli sıvının yerine başka hiçbirşey konulamaz.
Bu nedenle de piyasa çözümleri dünyayı yok ederken, adaletsizliği ve eşitsizliği de şiddetlendir.
İşte, Türkiye’den su geldiğinde bizde olacak olan da tam olarak budur!