“Ülkemizin üç yanı denizlerle çevrilidir”. Çoğumuz bilir, Türkiye’de okullarda bize öğretilen ilk cümlelerden birisidir bu. O denizler milli gururun nesnesidir artık. 8333 km’lik kıyı uzunluğu (ülkenin toplam sınır uzunluğunun %74’ünden fazlası) ile Türkiye bu özel vurguyu hak ediyor olabilir. Ancak bunun bizler için anlamı nedir? Orada bir deniz var uzakta… Gitmesek de, görmesek de o deniz bizim denizimiz mi gerçekten? Çoğumuz için bu sorunun cevabı “hayır” olacaktır. Oysa bundan sadece otuz sene önce Türkiye’deki plajların neredeyse tamamı halka açıktı. Sahiller daha temiz ve bedava olmasının yanı sıra evlerimize ve apartmanlarımıza da yakındı. Şimdi sahiller İstanbul gibi büyük şehirlerde sahiller binalar ve yollarla kaplanmış durumda. Eğer bunların olmadığı bir kıyı parçası görürseniz de girebilmek için hatırı sayılır miktarda para ödemek gerekiyor. Bedava isterseniz de Boğaz’ın kirli sularına atlayıp, teşhis edilmedik deri hastalıklarına tutulabilirsiniz.
Türkiye’nin sahilleri taarruz altında
1970’lerden bu yana Karadeniz’den Akdeniz’e kadar Türkiye’nin tüm sahilleri yoğun kentleşmeden muzdarip. Antalya ve Muğla gibi kentlerde kitle turizmi bunda büyük rol oynuyor. Daha fazla sayıda turist çekebilmek için bu şehirlerin sahilleri su parkları, golf sahaları, pansiyonlar ve plajlar tarafından işgal edildi. Ancak, diğer kentsel yapılaşmalar da İstanbul ve Kocaeli gibi sanayisi gelişmiş şehirlerin sahillerini adeta yeryüzünden sildi. Buralarda korunması gereken kumullar bile havalimanları, köprüler, arıtma tesisleri, yoğun yerleşim merkezleri ve kent parkları gibi eğlendinlen tesisleriyle kaplandı. Adana ve Mersin gibi şehirlerde ise yoğun tarım faaliyetleri (tarım arazisi kazanmak için ağaç kesme ve drenaj kanalları kurma vb.) yüzünden kıyılar artık kıyı olma özelliğini yitirdi. Samsun ve Trabzon gibi kentlerde ise endüstriyel kalkınma (termik santraller, otoyollar ve tersane gibi yapılar) sahilleri ve denizleri kirletti.
Doğal ve kültürel miras yok oluyor
Kentleşme ve endüstrileşme, iklim değişikliğiyle birleşerek Türkiye’deki kıyı ekosistemlerini tehdit ediyor. Kıyı ve deniz ekosistemleri, evsel ve endüstriyel faaliyetler sonucu ortaya çıkan arıtılmamış atık su, iç kısımlardan nehirlerle birlikte gelen kirleticiler, kıyıda yapılan tarımsal faaliyetler, balık çiftlikleri, tatil köyü, liman ve marina gibi yoğun turizm tesisleri tarafından yok ediliyor. Artık 1970’lerde bol bulunan ticari balık türlerinin çok büyük bir kısmı, aşırı avlanmadan su kirliliği ve habitat kaybına kadar bir dizi etmen yüzünden yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Kıyı boyunca yayılan turizm tesisleri ve etkinlikleri deniz kaplumbağası, yunus ve Akdeniz foku gibi türlerin habitatlarını ortadan kaldırıyor. Kültür mirası açısından da durum iyi değil. “Açıkhava müzesi” olarak bilinen Türkiye, çoğunluğu kıyılarda kurulmuş çeşitli medeniyetlerin kesişme noktasında. Ancak korunması gerekirken tam kapasite kullanıma açılan bu yerler kitle turizmi ve yoğun kentleşme baskıları altında tarihin derinliklerine gömülüyor.
Kıyıları korumayı değil, kullanmayı teşvik eden yasalar
Aslında gerçek hayatta gördüğümüzün tam aksine 1982 Anayasası’nın 43. maddesine göre kıyılar devletin hükmü ve tasarrufu altında. Bu madde ayrıca “deniz, göl ve akarsu kıyılarıyla, deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir” diyor. Ancak, Türkiye’de Anayasa haricinde kıyıları ilgilendiren onlarca kanun ve düzenleme mevcut. Kıyıları ve diğer doğa varlıklarını da kapsayan bu hukuksal metinlere koruma-kullanma ekseninden bakıldığında, çoğunun hem kendi içinde, hem de aralarında büyük çelişkiler barındırdığı görülüyor. Örneğin Turizm ve Kültür Bakanlığı’nca hazırlanan 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu (1982) kıyıların korunmasına değil özelleştirme yoluyla yağmalanmasına yardımcı olmuştu. Ana hedefi kıyıların korunması olan 3621 sayılı Kıyı Kanunu (1990) ise ilerleyen yıllarda gelen ek fıkralarla kıyılardaki hemen her türlü kentsel ve endüstriyel faaliyeti ve tesisi meşrulaştırdı. Bu fıkralardan biri sonucunda kıyılar ve dolgu alanları 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nun himayesinden çıkarıldı. Son dönemde önerilen değişiklik ise kıyı genişliğinin 50 metreden 10 metreye düşürülmesi yönünde oldu. Böylece devletin hükmü ve tasarrufu altında olan bu alanların özele satışı ve kamu kaynağı yaratması gündeme geldi. İşin tuhafı bu öneri kamu yararı adı altında yapıldı. Daha da kötüsü sadece Kıyı Kanunu değil, Kamu İhale Kanunu, 2013 yılında kabul edilen Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu, Sulak Alanları Koruma Yönetmeliği ve gerek tasarı aşamasında gerekse kabul edilmiş daha pek çok kanun son on yılda doğa ve kültür varlıklarını korunmaktan hızla uzaklaşıp, onları kullanmaya odaklandı.
Ama Türkiye’nin çok büyük hedefleri var
Evet, kıyılar AKP hükümeti için ek kaynak yaratmada tam anlamıyla “kemiksiz et”. İşte tüm bu yasal hamleler o ete ulaşmak için yapılıyor. Hükümetin, Cumhuriyetin kuruluşunun 100. yıl dönümü olan 2023’te Türkiye’yi dünyanın en büyük ekonomisine sahip ilk on ülkeden biri yapmak gibi çılgın bir hayali var. Bu hayalin gerçekleşmesi için de bir şeylerin feda edilmesi kaçınılmaz olacak. Feda edilen her zaman olduğu gibi toplum ve doğa olacak. Bilim adamı Turhan Uslu, son 50 yıl içinde Türkiye’nin 7487 km uzunluğundaki kıyısının (toplamın %90’una tekabül ediyor) aşırı yapılaşmaya maruz kaldığını belirtiyor. Maliye Bakanlığı 2013’te kamuya ait tüm sosyal tesislerin ya satılacağını ya da kâr/arazi karşılığında Yap-İşlet-Devret (YİD) modeliyle ekonomiye kazandırılacağını ilan etmişti. Bakan Mehmet Şimşek, işe ilk olarak sahil şeridinden başlanacağını haber vermişti. Bunun anlamı şudur: artık sahillerde daha fazla golf sahası, voleybol sahası, termik santral, turizm tesisi, fabrika, maden ocağı, havalimanı ve otoyol göreceğiz. İstanbul gibi kıyı şehirleri, artan kentsel tesisleri ve iş olanakları yüzünden daha fazla göç almaya devam ederken kıyılar üzerindeki baskılar daha da artacak. Bu kısır döngü böyle devam edecek.
Kıyılar hepimizin yaşam kaynağı ve doğal/kültürel mirası. Sadece yarım yüzyıl gibi kısa bir sürede Türkiye bu yaşam kaynağının çok önemli bir kısmını kaybetti. Böyle devam ederse AKP’nin hayallerinden farklı olarak Türkiye 2023’te dünyanın en büyük çevresel felaketlerin ve ihtilafların yaşandığı ilk on ülke arasına girecek. Bu gidişatı durdurmak için kıyılar halkın koruyucu ellerine teslim edilmeli, kâr odaklı şirketlerin kan emici hortumlarına değil.
Akgün İlhan
(Bu yazının Yunanca çevirisi ilk kez 7 Temmuz 2014 tarihinde Avgi gazetesinin eki Ecotrives‘ta, Türkçesi ise 8 Temmuz 2014 tarihinde marksist.org‘da yayınlanmıştır.)