İrlanda’da su hakkı için mücadele eden Right2Water’ın üyesi olan ve 13 Aralık’ta Su Hakkı Kampanyası olarak İrlanda’daki su mücadelesini anlatmak üzere İstanbul’da misafir ettiğimiz Memet Uludağ ile bir röportaj gerçekleştirdik. Sizlerle paylaşıyoruz.
İrlanda’da ardı ardına katılımcı sayıları yüz binleri bulan eylemler oldu. Eylemlerin yapılma nedeni ise evlere su sayaçları takılması ve suyun ücretlendirilmesi idi. Oysa öyle ciddi sorunlarla (işsizlik, yoksulluk, savaş, ekolojik kriz vb.) boğuşuyoruz ki bu meseleler dururken su meselesinden dolayı bu kadar kitlesel bir hareketin ortaya çıkmasını nasıl açıklıyorsunuz?
6 yıldır bitmek tükenmek bilmeyen kriz uygulamaları, toplu ulaşımdan, sosyal güvenliğe kadar hemem hemen tüm kamu hizmetlerinde yapılan kesintiler, 4%’lerden kısa bir sürede 14%’lere çıkan işsizlik ve bütün bunlara bağlı olarak hızla artan fakirleşme vs. halka artık “yetti” dedirtti.
Yine aynı dönemde devletin halkın kesesinden alarak milyarlarca Euro’luk banka ve özel yatırımcı kurtarma faaliyetleri, İrlanda’nın en zengin %5’inin son altı yılda zenginliklerini arttırmış olması giderek biriken bir öfkeyi yarattı. Su ücretlerini ‘evde satılacak başka bir şey kalmadı’ olarak gören hükümetin doğrudan IMF programı çerçevesinde suyu ücretlendirmesi halkın bu ücreti krizle ilişkilendirmesi sonucunu doğurdu.
Ama bütün bunlar, yine de, böylesine gelişen bir hareketin oluşmasını açıklamaya yetmiyor. Ben nedenini şuna bağlıyorum: Sendikaların pasifize olduğu, endişe, korku (işini-evini kaybetme korkusu) ortamında bir başkaldırının başarılı olmayacağını düşüne kitleler, ilk defa su saatlerinin takılmasını engelleyerek başlattıkları eylemlerle hükümeti yenip geri adım attırabileceklerine inandılar. Su sayaçları protestoları bu nedenle önemliydi. Bir yandan pratik bir eylem tecrübesi yaratırken diğer yandan da eylemin giderek kendine olan güvenini arttırdı. Dolayısı ile kitleler soyut ‘Su bir insan hakkıdır’ ifadesinin somutta ne anlama geldiğini ve su saatleri ile bu hakkın ellerinden nasıl alınacağını gördüler.
İrlanda’da farklı kesimler su hakkı mücadelesi içinde buluşmuş durumda. Özellikle dört büyük sendikanın eylemler içinde yer alması nasıl sağlandı ve yer almaları nasıl bir farklılık yarattı? İşçi sınıfının uğraşacak başka meseleleri yok mu da yine “sudan” bir meselede bu kadar aktif olarak yer alabildiler. Sizce işçi sınıfı 3. Kuşak haklar dediğimiz “konut hakkı, su hakkı” gibi mücadele alanları içinde yer almalılar mı? İşçi sınıfının mücadele hattı ile bu haklar mücadelesi nasıl bir araya getirilebilir?
Başka meseleler olmaz mı, elbette bir sürü sorun var.
Son 6 yıl ve öncesinde, 2000’lerin başından beri pasifize olmuş bir sendikal hareket söz konusu. 2000’lerde hükümet-işveren-sendika üçgeninde uzun vadeli ve işçileri bağlayıcı ‘sosyal partnerlik’ anlaşması imzaladı. Hiç bir yerel pazarlığa ve grev gibi işçi mücadelesine ‘izin’ vermeyen, işverenin tek taraflı veto edebildiği bir anlaşmaydı bu. Eylemsiz, politik ve mücadele olarak zayıf, bürokratlarla dolu sendikalar doğdu bu süreçten.
Sendikalar su hakkı konusunda başı çekmediler. Biraz kendilerini toplumda altan gelen ve giderek büyüyen bu hareketle ilişkilendirmek zorunda hissettiler. Alttan ve soldan gelen siyasi baskılara yanıt vermek durumunda kaldılar. Elbette sendikalarda halen ‘iyi’ mücedeleci unsurların var olması çok önemli bir rol oynadı. Sendika yöneticileri ile sürekli ve amansız bir siyasi pazarlığa girildi, mücadelenin yükseltilmesi konusunda zamanla ikna oldular.
Sendikaların mücadelenin içinde olması içselleştirilmiş sol-siyasi-sekter çekişmeleri engeller. Şemsiye örgüt olarak sendikaların altında toplanıldı. Sendikalar harekete lojistik/ekonomik güç verdi. Ayrıca sendikalar şunu gördü: İşçilerden su hakkı mücadelesine destek için talep vardı.
Su sorunu, İrlanda’da (Detroit ve Bolivya’da olduğu gibi) doğrudan bir kapitalizm ve kapitalist kriz sorunu. Dolayısı ile su ücretine karşı mücadele bir lüks olmaktan ziyade fakir, alım gücü iyice azalmış işçi sınıfı için adaletsiz, zenginin çıkarını koruyan ve zengin yatırımcıların kârlarını karşılamak üzere konan bir ücret anlamına gelmekte. Tam da bu noktada sınıfsal mücadele ile çok ilgili bir sorun. Zira su kapitalizm için hem bir kar aracı hem de bir anlamda bir toplumsal sosyal/ekonomik bir kontrol mekanizması.
Öte yandan küresel kaynak rekabetlerinin bir alanı da temiz su kaynakları. Nestle’nin CEO’su boşuna demiyor, ‘su bir hak değil, herşey gibi ticari bir meta’ diye. Hindistan’da, Afrika’da uluslararası şirketlerin su kaynaklarını ele geçirme çabalarını görüyoruz. Detroit örneği, su hakkının sınıfsal niteliğini çok net olarak gözler önüne seriyor.
Özellikle kriz dönemlerinde kapitalizmin saldırıları çok daha komplike bir hal alabiliyor. O nedenle özelleştirmeden, ücretlendirmeye kadar olan geniş yelpazede su hakkını koruma mücadelesi kapitalizme vurulan bir darbe ve krizi bizlerin çileleri üzerinden yönetmelerine engel olmaktır.
Türkiye’de biz ‘su hakkı’nın anayasal güvence altına alınması için de mücadele ediyoruz. Oysa İrlanda’da su hakkı anayasal güvence altında. Buna rağmen İrlanda hükümetinin bu hakkı ihlal eder nitelikte suyu ücretlendirmesi, hakların anayasal güvence altında olmasının bir anlam ifade etmediği sonucunu mu doğuruyor?
İrlanda 2010 tarihli BM ‘Su ve Hiyjen Kararı’na imza vermedi. İrlanda anayasası su ve diger doğal kaynakları devletin malı olarak tanımlıyor. Hükümet Irish Water isimli şirketi, sermayesi 100% devletten olacak şekilde kurdu. Bu sayede teknik olarak su halen devletin elinde gibi görülmekte ancak Irish Water özel bir şirket gibi bağımsız hareket edebilecek. Bu bir anlamda ileride yapılacak özelleştirmeye kılıf uydurma faaliyeti.
Valla öyle anlaşılıyor ki, egemenler yasaları sadece halklar, işçiler, ezilenler uysun diye yapıyorlar ve iş tepedekilerin çıkarı olunca ne yasa ne anayasa dinledikleri var. Sıradan insanlar için kelimesi kelimesine uyulmak zorunda olan, uyulmadığında polisiyle-mahkemesiyle her türlü gücün devreye girdiği yasalar gerektiğinde çiğneniyor veya bir yolu bulunup by-pass ediliyor.
Ama su gibi doğal hakların, siyasi hakların ve özgürlüklerin anayasal güvencede olmasını her zaman talep etmeliyiz. Anayasal koruma altında olmadığı zaman ortalık vahşi batıya dönecektir. Bu güvenceyle her gelen iktidarın, her çıkar çevresinin işi biraz daha zor olacaktır. Sivil ve demokratik anayasal güvence bu anlamda önemlidir. Ayrıca bunun siyasi bir anlamı da vardır. Yine de anayasal güvencenin tek garantisi kitlesel baskının ve mücadelelerin olmasıdır.
Eylemlerin bu kadar kitleselleşmesi için nasıl bir çalışma yöntemi izlendi?
Öncelikle şunu görmeliyiz, bu mücadelenin fitili yerel mahalle örgütlenmeleri ve su saatlerinin takılmasına karşı yürütülen yüzlerce alttan gelen yerel hareketlerdi. Zamanla bu yerel direnişler daha da büyüdü ve daha iyi organize oldu. Bu çok güzel bir alttan gelen örgütlenme idi. Gelişen sokak forumları, mahalleler arası dayanışma çok önemli bir eylem tecrübesi yarattı. İnsanlar mahallelerinde ‘su saati devriyeleri’ oluşturdu. Hareketin siyasi ve lojistik tavrı eylem içerisinde gelişti. Siyasi örgütlerin sekter ve içe dönük olmayan dayanışması bu yerel direnişlerin ulusal bir eylem birliğini yarattı. Sendikalar alttan gelen basınçla eylemlere destek verdiler. Siyasi partiler-sendikalar yerel direnişlere örgütlülük pratiğini getirdi. Yapılan ulusal konferanslarda daha geniş siyasi tavırlar belirlendi.
Hemen hemen tüm yerel kampanyalarda başı çekenlerin arasında işçi sınıfından bireyler, işsizler, kadınlar ve gençler var. Bu kampanyalar, ellerinden mikrofonlar eksik olmayan siyasetçilerin değil, bu sıradan insanların konuşmaları, kararları ve talepleri üzerinden gelişiyor. Demokrasinin doğrudan ve alttan işlediği süreçler bunlar. Bu gibi geniş çaplı kampanyaların kimi zaman yaşadığı siyasi, taktik sorunlar bu çoğulculuk ve işçi sınıfının refleksleri ile aşılmakta.
İrlanda’daki eylemler tüm dünyada geniş bir yankı buldu. Hatta 10 Aralık eylemine Detroit’ten de bir delegasyon katıldı. Tüm dünyada ortak bir mücadelenin yükselme olasılığını nasıl görüyorsunuz ve bunun için nasıl bir yöntem izlenmeli?
Detroit’ten İrlanda’ya gelen mücadele desteği Dublin’den Türkiye’ye gelmeli.
Her bölgenin – ülkenin yerel gerçeklikleri-dinamikleri ve sorunları farklılıklar gösterse de, galiba temel sorun yani ‘kapitalizmde su sorunu’ çok ortak. Homojen bir ortak mücadele tek başına su ve benzeri alanlarda yükselemeyebilir ama ülkelerin mücadeleleri / işçi sınıflarının ve halkların özel ve genel koşullarına bağlı olarak birbirini takip edebilir, biraz Arap Baharı gibi…
Türkiye’nin su sorunu İrlanda’dan çok farklı gibi görünse de son tahlilde bu sorun ilk ve temel olarak fakirleri ve alttaki yığınları etkiliyor. Coca Cola/Nestle dünyanın pek çok ülkesinde su kaynaklarını ele geçirmeye çalışıyor. Özellikle AB gibi gruplar su-doğal-kaynak ve enerji gibi alanlarda temel ekonomik-politikaları giderek daha da merkezden yönetiyorlar. Bu politikalar bu çıkarcı ve aynı zamanda ticari-rekabetçi birlik içerisindeki her ülkenin insanlarını bir şekilde etkiliyor. Bu işçi sınıfı için hem bir sorun hem de bir mücadele imkanı. Uluslararası dayanışma bu anlamda çok önemli. Farklı ülkelerin halklarının birbirinden öğreneceği çok şey var. Su mücadelesi küresel ve geniş bir koalisyonla yapılmalı.
Eylemler İrlanda hükümetinin neoliberal politikalarında geri adım attırmayı başarabildi mi?
Şoktalar!
Şu anda ilk küçük geri adımları attılar ancak bunlara neoliberal politikalarında geri adım demek yerine neoliberal uygulamalarından geri adım demek daha doğru olur.
Örneğin: Su ücretleri bir yıl indirimli olarak uygulanacak. Ödeme zorluğu olanlara sunulan imkanlar biraz daha arttırılacak. Ödeyemeyenlerın suyu kesilmeyecek (önceleri su kesmekle tehdit ediyorlardı).
Genel neoliberal politikalar düşünüldüğünde bunlar sadece işçi sınıfının öfkesini yatıştırmaya ve mücadelesini yumuşatmaya yönelik adımlar ama biraz da olsa saltanatları sallandı, onun farkındalar. Bu anlamda bu sarsıntıyı şiddetlendirirsek ya su hakkını tamamen alacağız ya da belki bir hükümet krizi ile seçimlere gidilecek. Şu anda talepler çok daha olgunlaştı ve bu mücadele sadece su hakkını değil ekonomik demokrasi ve tüm kriz uygulamalarına karşı çıkmak için de verilir hale geldi. Kısacası kapitalizmin serbest piyasa demokrasisi ve hükümeti bir siyasi krizin içine girdi. Bize dayattıkları sorunu onların kapılarının önüne bıraktık. Bundan sonra verilecek mücadelenin gücü ve niteliği bu krizin derinliğini belirleyecek.
Mücadele kendi içinde politik olarak gelişti mi? Suyun ücretlendirilmesine hayır talebine eklenen yeni talepler oldu mu?
Başlangıç talepleri ‘su ücretlerine hayır’ olan ve su saati takılmasına engel olmak üzere yola çıkan bu hareket ilk başta yöntem/metod/mücadele pratiği belirsiz bir hareket görüntüsündeydi.
Zamanla bu talepler kemikleşti ve sonuna kadar mücadele ifadesini geliştirdi. Suda bir ücret indirimi değil, suyun ücretsiz olması talebi ağırlık kazandı. Siyasi talepler, ‘Hükümet istifa!’, ‘Kriz uygulamalarına son!’, ‘Kazanmak için yeni bir iktidarı bekleme!’ şeklinde gelişti.
Ayrıca yeni bir siyasi anti-kapitalist alternatif / seçimlerde ‘sol’ birlik vs tartışmaları da başladı. Ana akım medya radikal solun gücü, etkinliği üzerinden haberler yapmaya başladı. Sınıfsal niteliği çok belirginleşen bu mücadele şunları da dile getirdi:
• Su ücreti fakirlere saldırıdır
• Zenginlik vergisi konmalı
• IMF’ye olan banka borçları ödenmemeli
• Polis kimin polisi: Polis ve devlet ile zenginlerin ilişkisi sorgulanmalı
İrlanda Su Hakkı hareketinin bundan sonraki adımı ne olacak? Ne yapmayı, hedefliyor?
Bu mücadelede her eylem aynı zamanda bir sonraki adımın tartışıldığı ve planlandığı bir platform oldu. 10 Aralık’ta 31 Ocak günü tüm ülke çapında yerel eylem günü ilan edildi. 31 Ocak’a kadar yerel forumlara ve eylemlere devam edilecek. Kimi yerlerde toplatılar düzenlenecek ve su saati takılmasına engel olmaya devam edilecek. Bu süreçte geniş çaplı ve kararlar alan forumlar düzenlenerek 31 Ocak ulusal eyleminin detayları belirlenecek. 11 Ekim’de 100 bin kişi, 1 Kasım’da 200 bin, 10 Aralık’ta da yine 100 bin kişi ile yapılan gösterilere tüm ülkeyi kapsayan 31 Ocak eylemi ile devam edilecek.
Artık geri dönüş yok. “Su ücretlerine hayır”, “hükümet istifa” sloganları ve yeni bir alternatif sistem talepleri ülkenin her köşesinden haykırılmakta.