Su Hakkı Kampanyası’nın Güney Doğu Anadolu Belediyeler Birliği (GABB), Diyarbakır Su ve Kanalizasyon İdaresi (DİSKİ) ve Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi ile birlikte 5-6 Kasım 2010 tarihlerinde Diyarbakır’da düzenlediği “Uluslararası Su Hakkı Sempozyumu”nda yapılan sunumlar, katkılar, sorular, tartışmalar ve Sempozyum Sonuç Deklarasyonunu içeren kitap yayınlandı. Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Sempozyumda, yerel yönetimler-yerel yönetim birimlerinin ilgili departmanlarıyla su hareketi aktivistlerini bir araya getirmek ve su konusunu bütünlüklü olarak ele almak istemiştik ve oturum başlıklarımızı bu amaca uygun olarak seçmiştik. İki gün süren sempozyumun ilk gününde “Dünyada ve Türkiye’de su kaynaklarının ve iklim değişikliğinin su kaynakları üzerindeki beklenen etkileri”, “Ulusal ve uluslararası yasa, sözleşme ve metinlerde “Su hakkı”, “Sürdürülebilir su politikası açısından Türkiye’nin baraj ve HES politikası” ikinci gün ise “su hizmetlerinin özelleştirilmesi ve buna karşı dünyada ve Türkiye’de yürütülen mücadeleler” ile “ uygulanabilir alternatif su hizmetleri modelleri” başlıkları altında toplam beş oturum gerçekleştirdik. Ocak ayında çıkardığımız kitap da bütün bu başlıklar altında yapılan sunumları, tartışmaları, katkıları daha geniş kesimlere yaygınlaştırılmak amacıyla hazırlandı.
Kitabının önsözünde de belirttiğimiz gibi sempozyumu Diyarbakır’da yapmamızın temel nedeni Diyarbakır Su Kanalizasyon İdaresi’nin (DİSKİ) su yönetimi konusunda alternatif uygulama yöntemlerini hayata geçirmede diğer yerel yönetimlere göre daha ileride bulunmasıydı. DİSKİ’nin su yönetim politikalarını belirleyen ise hem belediye olarak hem de kurum olarak suya erişimi bir hak olarak ele alması ve su hizmetlerini kamu yararı gözeterek hayata geçirmeye çalışmasıdır. Sempozyum kitabı içinde DİSKİ’den dört konuşmacının sunumları da zaten bahsettiğimiz anlayışı ortaya koymakta ve ayrıca bu doğrultuda çok zengin deneyimleri, suyun verimli, adil kullanımı için teknolojinin nasıl kullanıldığını içeren anlatımlar yer almakta.
Türkiye’de maalesef az sayıdaki yerel yönetim suyu kamu malı olarak görme ve su hizmetlerinde alternatif uygulamaları hayata geçirme eğilimindedir. Bu durumun nedenini, geçtiğimiz otuz yıldır tüm dünyaya egemen kılınan neo-liberal politikaların, Türkiye’de yansıması olan ve 2002 yılında yürürlüğe giren 4736 Sayılı Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Ürettikleri Mal ve Hizmet Tarifeleri Kanunu’nun gerekçesinde “uluslararası mali kuruluşlarca da desteklenen güçlü ekonomiye geçiş programını uygulamak” ifadesinde görebiliriz. Bu ifade ile kamu kurumlarını ticari işletmeye dönüştürmenin, tüm kamu hizmetlerini de paralı hale getirmenin yasal dayanağı oluşturulmuştur. Aynı şekilde Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü’nün kuruluş ve görevlerini belirleyen 2560 sayılı kanun maddesi de tarife tespitinde en az %10 kârlılıkla çalışmayı zorunlu kılmıştır. Oysa Anayasa’nın birden fazla maddesinde vatandaşların temel hak ve hürriyetlerinden, eşitlik ve sosyal adaletten, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkından bahsedilir. Bu anayasal düzenlemeler kâğıt üzerinde dururken, İzmir’in Dikili Belediyesi, ayda 10 tona kadar su tüketiminden para alınmaması, belediye çalışanlarına yüzde 50 oranında indirimli su tarifesi uygulanması ve geciken su borçlarının gecikme zamlarının affedilmesine ilişkin uygulaması ve meclis kararı nedeniyle “kamuyu zarara uğratmak, görevi kötüye kullanmak” suçlamasıyla karşı karşıya kaldı. Uzun bir yargılama sürecinden sonra da olsa bu davanın beraatla sonuçlanmış olması hem suya erişim hakkının kabulü hem de bu hakkın kamu hizmeti olarak kabulü açısından önemli bir kazanımdır. Ancak bu hakkın mahkemece kabul edilmiş olması bunu hayata geçirmenin kolay olduğu anlamına da gelmemektedir. Sempozyum kitabı içinde Dikilide verilen hukuki mücadelenin yanı sıra suyun tüm özelleştirme biçimlerine karşı verilen hukuki mücadelelerinin yasal dayanaklarını, Birleşmiş Milletlerin Genel Kurulu’nda “suyun temel bir insan hakkı” olduğunun kabul edilmesi sürecini tarihsel gelişimi içinde okumanız mümkün.
Su kaynaklarının ve su hizmetlerinin özelleştirilmesi konusunda dünyanın her yerinde farklı yöntemler izlense de özellikle son yıllarda çokuluslu şirketlerin çıkarları doğrultusunda uluslararası finans kuruluşlarının (DTÖ, IMF, DB) desteği ve yönlendirmeleriyle bu politikaların uygulanması hız kazanmış durumdadır. Suyun özelleştirilmesine karşı ise tüm dünyada yükselen mücadeleler her geçen gün daha radikal taleplerle örgütlenmektedir. Latin Amerika ülkelerinde anayasal değişikliklere ve yapılanmalara yol açan hareket Avrupa’da neo-liberal politikalar sonucu 1980’li yıllarda özel şirketlere devredilen su hizmetlerini Paris gibi şehirlerde tekrar kamulaştırdı. “Su hizmetlerinin kalitesinin artacağı, istihdamın artıracağı, yolsuzlukların son bulacağı ve su hizmetlerinde kamunun kötü idaresine son verileceği” argümanlarına dayalı olarak kamu idaresinin elinden alınıp özel işletmelere devredilen su idarelerinin tekrar kamuya devredilmesi süreci uluslararası su hareketi içinde yaygın biçimde talep edilmektedir. Artan faturalar, yenilenmeyen alt yapı hizmetler ve denetimsizlik özeleştirme yanlılarının bütün argümanlarını boşa çıkarmış ve bu politikalara karşı yaygın bir muhalefet oluşturmuştur. Bu muhalefet yerel, bölgesel, ulusal ve uluslararası ağlar içinde örgütlenirken sadece özelleştirme karşıtlığı ve su hizmetlerinin niteliği konusunda odaklanmamaktadır. Bu muhalefet yoluyla neo-liberal politikalar bütün olarak teşhir edilmektedir. Sempozyuma yurtdışından katılan uluslararası aktivistler Oscar Olivera (Bolivya-RED/VİDA),Tomasso Fattori (İtalya), Jaime Morell (İspanya), Bakhtyar A.Othman (Irak)’ın sunumlarında özelleştirme politikalarının yöntemlerini, sonuçlarını ve suyun ticari bir mal olarak görülmesi ve özelleştirilmesine karşı sürdürülen mücadele deneyimlerini okuyabilirsiniz.
Suyun bir kâr aracı olarak görülmesi, ulusal ve ulusal şirketleri bu alanda daha fazla yoğunlaşmaya, uluslararası organizasyonlar düzenlemeye götürmüştür. İstanbul’da 2009 yılında gerçekleştirilen son Dünya Su Forumu’nun katılımcılarının çoğu inşaat firmalarıydı ve esas ilgi alanları suyu ticarileştirmenin bir başka boyutu olan hidroelektrik santrallerinin inşası için işbirlikleri oluşturmaktı. Ardından Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin baraj ve hidroelektrik politikası da iyice açığa çıktı: Hemen hemen bütün nehirlerin, derelerin üzerinde hidroelektrik santralleri kurulmasına önayak olmak… Doğa üzerindeki tahribatları gözlerden saklanarak “yenilenebilir” enerji kaynağı olarak gösterilen hidroenerji santrallerini kurulması için derelerin kullanım hakkının 49 yıla varan sürelerle özel şirketlere verilmesi de son yıllarda yaşadığımız acı bir deneyim ve bu inşaatlar halen sürmekte. Sempozyumun işaret ettiği diğer bir özelleştirme uygulaması da bu buydu. Barajların sadece sulama ve enerji üretmek için değil güvenlik amaçlı inşa edilmeleri ise çok fazla bilenen ve tartışılan bir konu değil. Bu da Türkiye’deki askeri zihniyetin baraj politikasına yansıması olarak öne çıkmaktadır. Öte yandan büyük miktarlar da suyun baraj göllerinde tutulması ya da büyük su kanallarıyla coğrafyanın bölümlere ayrılması sınırlar arasında ve baraj bölgelerinde yaşayanlar açısından büyük sorunlar yaratmaktadır.
Su hakkı temel bir insan hakkı olmanın yanı sıra tüm canlılar için temel bir yaşam hakkıdır ve suyun ticarileştirilmesine karşı çıkmanın yanında suyun insan merkezli düşünülmesine de eleştirel yaklaşmak gerektiği, Sempozyumda öne çıkan bir konuydu. Sempozyuma Türkiye, Avrupa, Latin Amerika ve Ortadoğu’dan katılan akademisyen ve aktivistler yaptıkları sunumlarda hem suyun ticarileştirilmesini hem de baraj politikalarını yoğun eleştiriye tabii tutarken; su hakkının insan ve yaşam hakkı olarak tanınmasının önemi üzerinde durdu. Kitapta bu sunumları ve dinleyici katkılarını okuyabileceksiniz.