Kaynak: Radikal Blog, M. Utku Şentürk, 11 Ocak 2013
“Doğa üzerinde kazandığımız zaferlerden dolayı kendimizi pek fazla övmeyelim. Böyle her zafer için doğa bizden öcünü alır.” (F. Engels)
Hayatın kaynağı su, dünyanın 4’te 3’ünü insan vücudunun yüzde 70’ini oluşturuyor. Yaşamsal faaliyetlerimizden günlük ihtiyaçlarımıza kadar su, olmazsa olmazımız. Yüzde 97.5’i okyanuslarda ve denizlerde tuzlu su olarak, yüzde 2.5’i ise nehir ve göllerde tatlı su olarak bulunan dünyadaki yararlanabileceğimiz elverişli tatlı su miktarı, bilinenin aksine oldukça yetersiz çünkü tatlı su kaynaklarının yüzde 90’ı kutuplarda ve yeraltına hapsedilmiş durumda.
Dünyada 1.2 milyar insan temiz suya ulaşamazken 5 milyon insan içme sularına atık su karışmasından dolayı hayatını kaybediyor. ABD’de kişi başına düşen günlük su miktarı 575 litre iken Avrupa’da bu rakam ciddi bir düşüş göstererek 200-300 litreye kadar iniyor. Kalkınmakta olan ülkelerde ise sayılar diğerleriyle karşılaştırılamayacak kadar düşük. Bu ülkelerdeki insanlar, kişi başına düşen minimum su miktarı olan
20 litreye bile ulaşamıyor.
Öte yandan Dünya’da birçok ülkede suyun piyasaya konu olması ve özelleştirilmesi, neo-liberal politikalarla, 1990’lı yıllarda gündeme getirilmiş ve Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu (IMF), Birleşmiş Milletler (BM) ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) gibi küresel politika belirleyici örgütler bu süreci teşvik etmiştir.1995 yılında imzalanan Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (GATS) ile küresel ölçekte ticaret konusu kabul edilen, canlıların en temel yaşam kaynağı; su, bir insan hakkı olmaktan çıkarılıp, alınır satılır bir meta haline getirilmiştir. Artık, su; ‘Temel bir insan hakkı’ değil, ‘temel bir ihtiyaç maddesidir ve bedeli her ne şekilde olursa olsun ödenmelidir’. Su, ambalaja girer ve uluslararası ekonomik literatürde, pazarının ürkütücü derecede büyük olmasından dolayı ‘mavi altın’ olarak yerini alır…
Hindistan’da Narmada Pratiği
“1990 yılında Hint hükümeti, Hindistan’ın yedi kutsal nehrinden biri olan Narmada üzerinde ilk büyük baraj inşaatını tamamladı. Hükümet, baraj dolayısıyla yörede 70 bin kişilik göç olacağını ve 101 köy ve kasabanın suyla kaplanacağını bildirdi. Bir gün uyarı yapılmaksızın bu alan suyla dolduruldu;
114 bin kişi yerinden oldu ve 162 köyü su bastı. İnsanlar, çocukları ve hayvanlarıyla birlikte koşarak dağa kaçmak zorunda kaldılar. 10 yıl sonra ise barajın, öngörülen arazinin sadece yüzde 5’ini sulayabildiği görüldü. Bu yüzde 5’lik alan ise su baskını yaşayan ve yok olan köylerin alanından çok daha az bir alanı kapsıyordu…”
Bu satırları kaleme alan Hintli yazar Arundhati Roy, 1997’de yayınlanarak 40 dile çevrilen, Booker Prize ödüllü ‘Küçük Şeylerin Tanrısı’ ile 1999’da yayınlanan ‘Yaşamın Değeri’ adlı kitapların yazarı. Roy, özellikle Narmada Vadisi’ndeki büyük baraj yapılarına karşı verilen sivil mücadelenin aktif katılımcılarından. 6 Mart 2002’de Hint Yüksek Mahkemesi tarafından bir gün hapis cezasına çarptırıldı. Suçu, 1990’da mahkemenin, ‘Sardar Sarovar’ Barajı’nın inşasının ertelenme kararını kaldırmasını eleştirmesiydi. İnşaat, Narmada Nehri’ni yüzlerce parçaya bölen bir ‘mega plan’ın sadece küçük bir bölümüydü: 30 büyük baraj, 135 orta ve 3 bin küçük baraj yapımı… Roy, barajların yapımıyla 500 bin yoksul köylünün yerinden sürüleceğini söylüyor ve mücadelesini yazılarıyla sürdürüyordu:
“… Çok sınırlı toprak, su ve orman kaynağımız var. Eğer tüm bu kaynakları, klima/havalandırma sistemine, patates kızartmasına veya otomobile dönüştürürseniz bir an gelir ki hiçbir şeyiniz kalmaz. Para üretirsiniz, ama satın alacak hiçbir şey olmaz; havayı satın alamazsınız, suyu da satın alamazsınız. Hindistan, kendi ekonomisi için kendisi karar vermiyor. Milyonlarca Hintli yurttaş yoksulluk sınırının altında yaşıyor ve günde bir öğün bile yemek imkânları yok,” diye yazıyor Arundhati Roy, 21-27 Mart 2002 tarihli Courrier International’de yayımlanan ‘Görüyorum, yazıyorum, bağırıyorum’ başlıklı yazısında.
Arundhati Roy, yazılarında ‘kalkınma’ ile ilgili görüşlerine de yer veriyor:
“… Kalkınma adı altında seçilen yol, bunu ‘ödeten’le ‘ödeyen’in arasında biçimleniyor. Hindistan 50 yıl öncesine göre 20 kere daha fazla elektrik üretiyor ama size demiyorlar ki evlerin yüzde 80’inde elektrik yok ve bu nüfusun yüzde 90’ı yoksul. Sadece zirvede yaşayan nüfus gitgide daha çok elektrik kullanıyor ve bu yüzde 10’luk nüfus daha fazla tükettiği için ülkenin ‘kalkındığından’ söz ediliyor.”
Ortadoğu’da su savaşları
BM’nin hazırladığı Su Raporu’na göre Türkiye 2025 yılında su sıkıntısı çekecektir. Ayrıca 2040 yılında ise elindeki su rezervleri yüzünden Türkiye’ye savaş açılacaktır. Aynı teşkilat Su Zirvesi nedeniyle bir rapor hazırlamış. Bu raporda Türkiye ile ilgili çarpıcı tahminler yer almaktadır. 2I. Yüzyıl’ın ikinci yarısından itibaren özellikle Ortadoğu ve Arap Yarımadası’nda büyük bir sıkıntı çekileceği belirtilmektedir. Kritik tarihler ise 2005, 2025, 2040. Şu anda dünya üzerindeki 188 ülkenin 50’sinde kullanma suyu sıkıntısı çekilmektedir. 2005 yılının kuraklık için dönüm noktası olduğu kaydedilmiştir. Türkiye 2005 yılından itibaren kuraklığın baş göstereceği ülkelerden birisi. Su sıkıntısı Türkiye dışında Arap yarımadası, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da başlayacak.
BM raporu 2040 yılını Türkiye için ‘Kritik Yıl’ olarak görüyor. Aynı yıllarda Suriye ile Irak su sıkıntısından kırılacak, tarlalarda ekin yetişmez hale gelecek.
Dünyanın geri kalanında sorun
Bolivya’da suyun özelleştirilmesi ile başlayan, aylık geliri ortalama 50-60 dolar olan insanlara 20-30 dolara dolara su satılmasına yol açan süreçte insanlar çatılarına leğen, kap kacak koyarak su toplamaya başlamışlar, bunun üzerine meclisten çıkarılan bir yasayla yağmur suyunun toplanması yasaklanmıştı.
Güney Afrika’da suyun özelleştirilmesi ve ardından gelen zamların sonucunda insanların su ihtiyaçlarını umumi tuvaletlerden karşılamaları kolera salgını başlatmıştı. Bu çağdışı hastalıktan çok
sayıda insan hayatını kaybetmişti.
1994’te Endonezya kuraklıktan yanarken, Jakarta’nın golf sahalarında saha başına günde 1000 m3 su
tüketilmesi sürdürülmüştü.
Kuzey Meksika’da 1995’te kuraklıkta ötürü çiftçiye verilen su kesilirken, serbest bölgelerdeki yabancı şirketlere bir kısıntı uygulanamamıştı.
Gelişmiş metropoller için de sorun aynı şekilde yaşanmaktadır. Londra ve Berlin’de su dağıtımını üstlenen şirketlerin altyapıyı kârlı görmemesi büyük altyapı sorunları yaratmaktadır. Şebeke suyuna yağmur suyu karışmakta, yani su kirlenmektedir. Tersinden düşündüğümüzde de, şebekeden su dışarı sızmasına izin verilerek kaynaklar heba edilmektedir.
BM raporlarına göre, Avrupa’da yılda 11 milyar dolarlık dondurma yeniyor.
Oysa, bütün dünya insanlarına temiz su ve güvenli kanalizasyon sistemi sağlayabilmek için yıllık yalnızca 9 milyar dolar harcamanın yeteceği hesaplanıyor.
Suyun ticarileştirilmesi örneklerinin de çarpıcı bir şekilde ortaya koyduğu gibi, burjuvazi için ne insan sağlığı ne de kaynak kaybı önemlidir. Çünkü su dağıtım şirketleri bir ilke olarak sabit ücretlerle anlaşma imzalamaktadır. Yani borudan bir şekilde su aktığı sürece, onlar ‘Allah’ın suyunu kula sattığı’ sürece, inanılmaz kârlar elde etmektedir. Bu iş burjuvazi için öylesine kârlı bir alandır ki, 2007 verilerine göre, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 5’i suyu uluslararası şirketlerden satın aldığı halde, bu şirketlerin yıllık gelirleri dünya petrol ticaretinin yıllık gelirinin yarısına ulaşmış durumdadır. Böyle bir rant tüm kapitalistlerin ağzının suyunu akıtmaya yetecektir.
Suya kapitalist tehdit
Eko-Sosyalist Michael Löwy’nin de dediği gibi su giderek daha kıt ve kirletilmiş hale geliyor. İnsanlar su içtiklerinde ve musluklarını açtıklarında bu sorunu yaşıyorlar. Kapitalizmin hayatın temel kaynaklarından birini, suyu tehdit ettiğine dair giderek büyüyen bir kavrayış var. Kentlerde su dağıtımının kamulaştırılması talebi çevresinde gelişmeye başlayan hareketler ortaya çıktı. Örneğin Fransa’da, yerel yönetimin suyu özel işletmelere satıldı ki bu da fiyatları yükseltti ve suyun kalitesini düşürdü.
İkisi aynı anda oldu. Dolayısıyla giderek daha fazla insan su dağıtımının yeniden kamulaştırılması için mücadeleye katılma ihtiyacı duyuyor. Fransa’da tartışma konusu olan sorunlardan biri de su dağıtımı özel şirketlerin elinde mi kalacak, yoksa yeniden bir kamu hizmeti mi olacak?
Su konusunda ayrıca kapitalist tarımın suyun fantastik biçimlerde israf ettiği gerçeği ile karşı karşıyayız. Suyu her zaman halka yönelik olmayan ürünler için, sınai ihtiyaçlar için kullanıyor. Dolayısıyla tarım modelini değiştirmeye, daha biyolojik yoğunluklu hale getirmeye yönelik mücadeleler de var. Yani su gerçekten de politik bir sorun; ekolojik ve toplumsal sorunları birleştiriyor.
Su ve arıtmanın ulusötesi şirketlerin eline bırakılması kapitalizmin yıllardır yapısal krizini çözmek için kullandığı araçlardan biri. Sonuç: Öncelikle yoksulların yaşam hakkının ihlali.
Her gün dünyada 3 bin 800 çocuk sağlıklı suya ve atık su sistemine erişimden yoksun olmakla bağlantılı hastalıklar nedeniyle ölüyor.
Ama mücadele edip kazananlar da var. Bolivya’da halk, suyuna el koyan büyük şirketleri korkuttu; buna izin veren hükümeti devirip attı; ardından da şirketleri kovdu.
Güney Afrika’da yoksullaştırılan halk, örgütlenerek su hakkı için mücadele ediyor; ‘apertheid’ı en iyi bilenler olarak ‘Özelleştirme ayrımcılıktır’ diyor.
Su hakkıyla ilgili olarak genelde üç temel talep sıralanmaktadır:
1. Su hakkı insan hakkıdır. Bu haktan kesinlikle vazgeçilmemelidir.
2. Su kaynaklarında ve kullanımında kamu mülkiyetinden vazgeçilmemelidir.
3. İnsanca yaşam için gerekli temiz su miktarı ücretsiz olarak verilmelidir.
Su sorunu temelde Kapitalizm’in kaynakları yağmalaması, her şeyi metalaştırıp paraya çevirmesi ile ilgili bir sorun. Kapitalizm tasfiye edilmeden bu sorun tamamı ile çözümlenemeyecek. Ancak sorunun tespitini böyle yapmak Sosyalist Sol’un çocukluk hastalığı olan her sorunu devrim sonrasına ötelemek, devrimin ‘çaya çorbaya limon her derde deva’ olacağını düşünmekte bir hatadır. Tıpkı Kürt Sorunu ya da Kadın Sorunu’nda olduğu gibi Su Sorunu’nda da bugünden, hemen, şimdi mücadeleye başlamamız gerekiyor.