Kaynak: Bianet.org – 10 Haziran 2013,
Kent hareketleri ve kırsal temelli ekolojik mücadele bileşenleri aslında bu sorunun bir süredir farkındalar. Gezi Parkı Direnişinin ilk günlerinden itibaren Taksim’den yükselen eylem ve itiraz biçimi dünyanın başka coğrafyalarında yakın tarihlerde gerçekleşen ayaklanma ve gösterilerle karşılaştırıldı.
Taksim ile Tahrir arasında paralellikler kuruldu; Gezi İşgali, Wall Streeti İşgal Et (Occupy Wall Street – OWS) hareketine benzetildi; polis şiddetine karşı yükselen militan ısrarcılığın Şili öğrenci eylemlerini ve Yunan ayaklanmalarını andırdığı dillendirildi. Gezi işgalini 2011 küresel eylem yılı etki alanı içinde okumaya çalışmak elbette anlamsız değil. Karşılaştırılması yapılan kitlesel eylemlerin çoğu neoliberal politikalara ve bu politikaları uygulama yolunda otoriterleşme yönelimlerine karşıydı. Hemen hepsi kendiliğinden gelişmişti ve merkezi bir örgütlülükten yoksundu. Ancak, bu benzerliklerin ötesinde Gezi Parkı Direnişi’nin toplumsal ilham kaynağını sadece dışarda aramak hem yöntem olarak hem de siyaseten yanlış olacaktır. Bu direnişin yerel ilham kaynakları var ve bunları şimdi düşünmek Gezi Parkı Direnişi sonrası dönemin siyasetini örebilmek için şart.
Direniş çadırları, direniş nöbetleri, dozerin önüne bedenin siper edilmesi, iş makinelerinin kullanılmaz hale getirilmesi, sosyal medyanın haberleşme ve organizasyon amaçlı kullanımı, mizahi muhalefet, özel mülkiyete açılan ortak kullanım alanlarının yeniden ortak kullanıma açılması ve kolluk kuvvetlerine pasif mukavemet…
Türkiye, Gezi Parkı eylemelerinin en temel protesto yöntemlerinden olan bu sivil itaatsizlik uygulamalarının aslında hiç de yabancısı değil. Taksim’e adeta ithal edildiği farz edilen bu protesto yöntemlerine özellikle kırsal merkezli ekoloji hareketleri 2000li yılların ortalarından beri sıklıkla başvuruyor. Bu yöntemlerin farklı veçhelerini Muğla-Yuvarlakçay nöbetinde, Kastamonu Loç Vadisi’nde iş makinalarının üstüne çıkan köylü kadınlarda, Trabzon-Solaklı Vadisi direnişinde, 31 Mayıs 2011 Hopa olaylarında, Sinop-Gerze Termik karşıtı harekette, Erzurum Aksu Vadisi HES karşıtı eylemlerinde, Artvin’in maden karşıtı mücadelesinde, kısacası hemen hemen tüm yerel çevre hareketlerinde bulmak mümkün. Tarihçesi OWS ve Arap Baharı’ndan daha eskiye dayanan bu eylem ve yöntemler – anaakım medyada hak ettiği yeri bulamamış olsa da – Taksim meydanındaki görece tecrübeli ve politik aktivistlerce çok iyi biliniyor ve yakından takip ediliyor. Bu manasıyla Taksim direnişi yöntemleri açısından tamamen yeni değil; toplumsal mücadele belleğinde büsbütün bir kesintiye değil, göreceli devamlılığa denk düşüyor.
Yöntemsel benzerliğin ötesinde Gezi Parkı direnişi ile yerel ekolojik mücadeleler içerik olarak da birbirlerine benziyorlar. Kırsal mücadelelerin HES, termik ve nükleer santral, maden, taş ocağı, çimento fabrikası vb. proje karşıtlıklarının ve Gezi direnişinin arka planında aslında çok basit bir süreç yatıyor: müşterek alanların o veya bu şekliyle – ve çoğunlukla köyde kalkınma kentte marka şehir yaratma adına – sermayenin kullanımına tahsis edilmesi. Aslında sürecin bu ortaklığı eylemlerin diline de yansıyor. Bu bağlamdayaşam alanı kelimesinin ve ‘yaşam alanlarımızı savunuyoruz’ sloganının hem yerel ekoloji mücadelelerince, hem de Gezi Parkı sürecinde sıklıkla kullanılıyor olması bir tesadüf değil. Dolayısıyla Taksim Dayanışması’nın taleplerini sıralarken HES mücadeleleri başta olmak üzere farklı ekolojik mücadelelere atıfta bulunmasını haddi aşan bir dayatma ya da yüksek bir pazarlık eşiği oluşturma çabasından ziyade Gezi hareketinin toplumsal arka planına bir saygı duruşu olarak okumakta yarar var.
Türkiye’de toplumsal mücadelenin son on yılını takip edenler yükselişte olan iki ana muhalefet aksının (Kürt siyasal hareketini bir kenara bırakacak olursak) kentsel ve kırsal dönüşüm karşıtı hareketler olduğunun altını çizmekte zorlanmazlar. Her iki hareket de aslında neoliberal politikaların yarattığı bölüşüm sorunlarına ve ekolojik yıkıma tepki olarak doğmuştur, parti hiyerarşisini sevmez ve anti-kapitalist bir potansiyel taşır. Ancak bu iki mekânsal muhalefet hareketi de, tüm potansiyeline rağmen, mahalle ve vadilerde yükselttiği sesi ortak bir siyaset diline çevirmeyi başarabilmiş, momentini sürekliliği olan bir muhalefet eksenine henüz dönüştürebilmiş değil. Bunun bir nedeni – her mekan merkezli mücadelenin maruz kalabileceği – mekandan güç alma, yerelde sıkışma, benzerlerle ortaklaşamama ve yerelde sönümlenme sıralamasıyla özetleyebileceğimiz bir kısır döngü.
Kent hareketleri ve kırsal temelli ekolojik mücadele bileşenleri aslında bu sorunun bir süredir farkındalar. Ancak birbirinden ayrık mücadeleleri (özellikle kır ve kenti) bir araya getirmenin, kendi küçük cepçiklerinde devam eden mücadeleleri siyasal bir ufka taşıyabilmenin yolu – bu mücadelelerin iç dinamiklerine zarar vermeden – henüz bulunabilmiş değil.
Kuşkusuz kırsal ve kentsel mücadeleler ile Gezi Parkı arasındaki ilişkiyi doğru nitelendirmek lazım. Örneğin kırsalda – kolluk kuvvetlerinin varlığına rağmen – çoğunlukla şirket ile yerel halk arasında devam eden mücadelenin Gezi’deki muhatabının bizatihi devlet ve ekonomik olduğu kadar sosyal alanı da tanzim etmek isteyen hükümet olması eylemlerin bu denli toplumsallaşmasına sebebiyet veren önemli bir fark. Dolayısıyla Gezi direnişini salt mekânsal bir neoliberalizm eleştirisi olarak okumak bir yanılgı olacaktır. Bugün Taksim meydanını sadece kişisel özgürlüklerini tehdit altında gördüğü için dolduran insanlar da var. Üstelik, Cihan Tuğal’ın da belirttiği gibi bu insanların bir çoğu neoliberalizmden faydalanıyor ya da en azından şikayet etmiyor olabilir. Ancak, eğer Gezi direnişinin farklı politik çevrelerce esir alınmasından ya da ehlîleştirilip içinin boşaltılmasından endişe ediliyorsa buna karşı durmanın tek yolu Gezi sonrası siyaseti bugünden kurgulamaktan ve örgütlemekten geçer. Bu yeni dönemin metotlarını, konularını ve aktörlerini sıfırdan keşfetmeye de gerek yok. Kent mücadeleleri, kırsal hareketler şimdiden Gezi Parkını doldurmaya; dolduramayanlar Gezi’ye selam vermeye başladı. Gerekli olan bu mücadeleleri kurumsal siyasetin dar kapıcılığından uzak ama siyasi bir çizgide birleştirebilecek iradeyi, çabayı ve alçakgönüllülüğü gösterebilmek. (SE/HK)
* Sinan Erensü, Minnesota Üniversitesi Sosyoloji Bölümü, Ekoloji Kolektifi.