İnsanların en temel hakkı olan gösteri yapma ve görüşlerini ifade etme hakkının demokratik bir hukuk devletinin vazgeçilmez unsuru olduğunu Türkiye’de yönetimler nasıl kolayca unutuyorlar? Nasıl siyasal kararlarla neyin suç, neyin suç olmadığına karar verebiliyorlar ve insanları cezalandırabiliyorlar? Bu otoriter ve hukuk dışı işleyişin önemli bir nedeni insanların yaşam çevresi ile ilgili en temel meselelerin “otomatik” olarak merkezi otoritenin siyaset sahnesine taşınması. Kent yönetiminin bulunduğu alan, yerel yöneticilerin atanmış değil seçimle dahi gelmiş olsa, tamamen siyaset dışına itiliyor. Kent yönetimleri Taksim’de de gördüğümüz gibi bu kamusal alan üzerinde konu odaklı bir işlev gören değil, ihale ile temizlik yaptıran, ağaç çiçek diktiren bir yönetim olarak karşımıza çıkıyor.
Başbakan’ın kent meseleleri konusunda tepedeki karar verici kişi olması aynı zamanda kamu işleyişinin aşırı fragmante olmasına karşı bir bütünlük arayışı gibi gözüküyor. Diğer sorun ise; bu resmi kamunun karşısında, yalnızca piyasa aktörlerinin olması. Kamu işlevlerinin piyasaya bağımlı işlevler olarak gerçekleşmesi düşünülemez. Oysa sivil toplumun kamu kararlarına etkin bir biçimde katılması için müteahhit olması, ya da bir çıkar grubunu temsil etmesi gerekiyor.
Taksim Projesi’nde görüldüğü gibi kamusal kararın, fikir üretiminin ihale ile gerçekleştirilmesi amaçlanıyor. Kamu sahasında bu durumda yalnızca piyasa aktörleri ve resmi taraf kalıyor. Sivil toplumun katılımı ile ilgili koşullar oluşmuyor ve müzakere edilemiyor. Projeler ancak uygulama aşamasında halkın karşısına çıkıyor. Bu durumda, itiraz etmekten başka çare kalmıyor. Halkın kendi yaşam çevresini ilgilendiren kamusal kararların katılımla geliştirilmesinde elbette ki meslek örgütlerinin de sorumluluğu bulunuyor.
YEPYENİ BİR SİYASET FİLİZLENDİ
Bu kamusal işleyişteki sorunları gözlemlemek için yalnızca kitlesel direnişi fitilleyen ilk günkü olaylara bakmak bile yeterli.
Bazıları soruyor; “Taksim Gezisi’ndeki beş ağaç yok edilmeye kalkışıldığında bunca insan nasıl ayağa kalktı?”
Başbakan’a göre muhalifleri kitlesel bir eylem için fırsat kolluyorlardı, bu yüzden ağaçları bahane ettiler. Çünkü Taksim’de tam da ‘ulusalcı siyasetin’ imha ettiği bir alanda yepyeni bir siyaset filizlendi. Bugüne kadar siyaset dışı bir konu olarak görülen mekansal alanın siyasallaşması söz konusu oldu. Ulusalcı siyasetçiler bugüne kadar bunun üstüne bir örtü örtüyor ve sınıfsal eşitsizliğin üretildiği alanı siyaset dışı bir konu gibi gösteriyorlardı.
Uyguladıkları şiddeti görünmez kılmayı beceriyorlardı. Bu örtü kalktı, şiddet ortaya çıktı, görünür oldu. Böylece ‘ulusalcı’ siyasetin nasıl dönüşebileceği de sır olmaktan çıktı. Başbakan da bu yaşananların yepyeni bir durum olduğunu fark etmiş olmalı ki, bu gerçekleşen direnişi yok saymaya, hatta var gücüyle tarihten kazımaya çalışıyor. Biliyor ki, kendisinin de bu yeni siyasette yeri olmayacak.
Diğer taraftan bunun koşullarını da kendisinin hazırladığını teslim etmek gerekli. Askeri vesayetin kalkması, askeri bürokrasinin kontrol altına alınması eski rejimin bu oligarşik yapısını değiştirdi, onlara yaslanan muhalefet biçiminin temellerini sarstı. Kürt meselesinde Cumhuriyet’in başlangıcından beri yaşanan krizin çözümü için adımlar atılmaya çalışılması ise merkeziyetçi devlet yapısının, düşmanlaştırıcı sivil toplum temsilinin koşullarını da değiştirmeye başladı. Bu değişimi hazırlayan kişilerden biri olarak, hala yereli araçsallaştırmaya çalışan merkezci siyasetin duvara toslayacağını fark edemedi. Halk böyledir. İktidar ve güç sahiplerinin göremediklerini kolayca görür, çünkü hayatı o yaşar.
Hayatın tasvirini üretenler ise çoğu zaman gelişmeleri, hatta Başbakan örneğinde olduğu gibi, kendi yaptıklarını bile bazen çok zor fark ederler. Kendilerini “Genç Müminler” diye adlandıran grup “Allah’ın tokadının bir gün yüzüne çarpacağını” muştulamışlardı.
BARIŞÇI BİR GRUP İNSANA KARŞI, POLİSLER VE MÜTEAHHİDİN ADAMLARI…
Ağaçları yerinden sökmek için kepçeler çalışmaya başladığında herkesin gözünün önünde eksantrik bir görüntü ortaya çıktı. Taksim Gezisi’nde bir grup insan ağaçların kesilmesini protesto ediyordu. Ama ne ellerinde sopalar vardı, ne de başka bir şey. Karşı tarafta ise kalkanlı, gaz maskeli polisler.
Bunlara ilaveten olağanüstü bir durum daha vardı. Hemen yanlarında müteahhitin adamları olduğu tahmin edilen “sivil” güçler. Kurul kararı bulunmayan bu illegal müdahaleyi gerçekleştirmek için anlaşılan İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile müteahhit koalisyonu yepyeni bir yöntem bulmuştu. Bu “sivil” güçler protesto eden sivillerin karşısına dikilecek, güya onlar ağaçların yok edilmesini engellemeye çalışırken, bu güçler de onlara kaba kuvvet uygulayacaktı. Polis ise bu kanunsuz uygulamayı engellemek şöyle dursun, güya iki grup arasındaki çatışmayı ayıran bir pozisyonda yer alacak ve müteahhitin çalışmasına, yani ağaçların yok edilmesine imkan sağlayacaktı. Doğrusu bir projeyi uygulamak için ilk defa böyle zora dayanan bir yöntem kullanılıyordu.
Bu “sivil” güçler gönüllülere kaba kuvvetle müdahale ettiler. Polis ise, fotoğraflarda da görüldüğü gibi orada bulunan insanların yüzlerine yakın mesafeden (sıvı haldeki) yakıcı/asitli gazı sıktı. Bu şiddet kent yönetiminin genellikle kentsel dönüşüm projelerinde evlerini yıktığı insanlara uyguladığı bir şeydi ama aynı zamanda kamusal alanda, herkesin gözünün önünde yapabileceği en acemice müdahale biçimiydi. Ağaçları savunan insanlara şiddet uygulandı.
Şimdi soralım: Yönetim neden böyle davrandı?
Belki de aceleleri vardı. Ama herşeyden önemlisi sivil insanların karşısındaki gücün bağımlı olmasıydı. Ağaçları korumak isteyen insanlara bu kadar şiddetle saldırılmasının asıl nedeni de projeyi yapan mimarlardan müteahhite, kent yöneticilerinden, bakanlara, polisten bu “sivil” güçlere, kamuyu temsil eden bütün unsurlar emir kuluydu. Hepsi yukarıdan gelen bir emri uygulamak zorunda oldukları için, şiddet uygulamaktan başka seçenekleri yoktu. Vicdan sahibi herkesi rahatsız edecek bu şiddet, kısa zamanda tepkileri bir anda patlatacak bir kıvılcıma dönüştü. Kısa zamanda binlerce insan Gezi’nin içine toplandı. Sonra da Taksim, İstiklal Caddesi ve daha birçok kamu alanı, Türkiye’de tarihin gördüğü en kalabalık protestolara sahne oldu. Sonra da protestolar genişledi, İktidar açısından çığırından çıktı. Oysa güvenlik güçlerinin görevlerini yapması ve yasa dışı olan ağaç kesimini durdurması gerekirdi. Hatta kent yöneticilerinin yıllar öncesinden kamusal alanla ilgili sorumlu davranması, bu aşamaya gelinmemesi gerekirdi. Tersi oldu, güvenlik güçleri ağaçları savunan halka saldırdı. Bu protesto etmek isteyen topluluğun daha da artmasına yol açtı. Sonra yaptıkları hatayı anladılar bu sefer de tamamen çekildiler, bu da başka bir hata oldu. Ancak tepkileri öyle bir şekilde kışkırtmışlardı ki artık orada durmalarının imkanı kalmamıştı.
Başbakan kendisini protesto edenleri tarihten gelen eski güçler olarak algıladı. Sürekli kendi hafızasındaki geçmişi canlandırdı ve onları anlayamadı. Karşısındaki krizi kötü yönetti. Sonunda iş pahalıya patladı.
Arkasından belli çevreler manipülasyona başladılar, bunun arkasında belli güçler var diye. Hatta bir gazete (Yeni Şafak) “Taksim’de yabancılar var” diye başlık attı. “Bu yaşananlar şehir eşkiyalığıdır, hükümeti seçim dışı yolla devirme operasyonudur” bile dediler. “Demokratik bir tepki değildir, suçtur, çapulculuktur vesaire…” diye eklediler.
BÜYÜKŞEHİR BELEDİYE BAŞKANI DA TALİMATLARI YUKARIDAN ALIYORDU
Halkı kutuplaştırmaya, karşı karşıya getirmeye çalıştılar. Eminim ki İstanbul’un yöneticileri yalnızca hatalı değil, durumu değerlendirebilecek yetkiden de yoksundu, belli ki yukarıdan gelen anlamsız bir talimata, yani ne pahasına olursa olsun şiddeti uygulamaya mecburdular. Büyükşehir Belediye Başkanı da öyleydi, çünkü kentin meydanı için talimatları yukarıdan alıyordu. Geriye ne kaldı? Medya mı? Onu da susturmaya çalıştılar.
NEOLİBERAL KISKACA DİRENİŞ
Ortaya çıkan asıl görüntü bu. Seçimle gelmiş olmak, herkesi taşaronlaştırmak demek değil. Özgürlükler seçimden ibaret olamaz. Bastırılmış olan nasıl ortaya çıktı? Onlara göre; herkes emir kullarıydı. Mimarlar, müteahhitler, yatırımcılar, herkes! Koskoca adamlar, kuruluşlar emir kulları olduğuna göre ‘sen mi olamayacaksın arkadaş?’ ‘Bunu nasıl reddedersin? Sen kim oluyorsun?’ ‘Sen nasıl buna cüret edersin?’ ‘Sen kimsin? Bakan bile olsan ertesi gün seni yanımdan atarım. Sen neyine güveniyorsun?..’
Aslında olay bu kadar basit: Bir tarafta bağımlı işleyen bir sistemin yarattığı müthiş güç, tanrı tarafından atanmış olma hayali, diğer tarafta basit bir bireyin bile farkına varabildiği bir aptallık.
Gene mümin arkadaşlarımıza referansla söylersek: “Tanrının yeryüzüne inmesi mümkün değildir. İnerse dünya yıkılır.”
İşte Taksim’deki ağaçlar bunun bir simgesi. Bağımlı bir siyasal sisteme, neoliberal kıskaca karşı bir direniş. Kamu tarafının ve bütün aktörlerinin bağımlı olduğu bir politik sistem işlemez. Bu ayân beyan ortaya çıktı. Çünkü her şeyden önce bir yönetim körlüğü yaratır ve karşısındaki sivil toplumu da kendisi gibi görür. Karşı çıkanları da ister istemez düşmanlaştırır. Çünkü aklı dumura uığramıştır. Buna karşı en güçlü ve etkili tepki; demokrasi talebidir. Otoriter işleyiş ihale, taşeronluk sistemi içinde çalışmalarını ve kendilerine tabi olunmasını ister. Bu neoliberal iktidarın ‘zırt ettiği’ noktadır, çünkü kamusal alan yalnızca politik bir tasarım olarak gerçekleşemez. Gerçekleştirilmeye kalkışılırsa karşıtını üretir ve kendisi gibi şiddet üretir. Bu yüzden bugün yapılması gereken halk muhalefetinin siyasete taşınması, bu baskıcı örtünün kaldırılması…
Başbakan eski rejime dönmek için ne yaparsa yapsın, bu sarsıntı büyük. Sarsıntı, hatta belki Ak Parti içinde de gerçekleşiyor.
Bu krizi ‘eski sağ’ ile ‘sol’, ‘muhafazakâr’ ile ‘modernist’ kutuplar arasındaki kutuplaşmalara taşımak çok zor.
Sonuç olarak, bu yeni siyasetin içinde her kesimden insanın yer alması önemli. Bu yeni siyaseti Ak Parti’nin seslendiği tabana da anlatmalıyız ki, bu sarsıntıda ülkede kimse dışlanmasın, gözyaşı dökmesin, hatta mutlu olsun.
Evet, bu süreçte bir takım çevreler eski ayrıcalıklarını, zenginliklerini, şişmiş egolarını, insanları kendi kulları gibi görme yeteneklerini kaybedecekler. Olsun. Ak Partililler de karşılarında “illegal örgütler, darbeci kalıntıları falan var” diye düşünmesin. Bu gelişmeler gerçek bir hukuk devletine giden bir sürecin başlangıcı.
İktidar ayrıcalıkları güçlenen kesimlerin bu gelişmeleri anlamaması, sorunları görmemesi normal. Ama kitlelerin aldatılmasına imkan tanımamak da bu yeni muhalefetin bir özelliği. Bugüne kadar erdemlerini korumayı başarmış, yeni bir siyasete de öncülük edebilecek bir dolu insan var. Dünyanın her yerinden insanlar bu gelişmelerin önemini anladılar, fark ettiler. Onlar da uzak kalmasınlar. Merkezi otoritenin bir kentin meydanı veya kamusal alanı hakkında karar vermesi asla kabul edilemez. Kamu sistemin işleyişinde bir problem var. bu krizle bu iyice açığa çıktı. katılım yalnızca ve yalnızca seçimle mümkün değil.
Merkeziyetçi yönetim anlayışının yaşadığı bu krizi bir fırsata çevirmek mümkün. bu konuda başta Başbakan olmak üzere yöneticileri sağduyulu bir yaklaşıma davet etmek gerekli. Yaşanan gelişmeleri eskisine tercüme etmek isteyen, ondan güç alanlar ellerinden geleni arkalarına koymuyorlar.
Bu nedenle de, hangi görüşten olursak olalım, ilkesel bir arada duruşumuzu kaybetmeyelim.
Korhan Gümüş, 19 Haziran 2013
Mimar, [email protected]
Kaynak: sesonline.net