Kaynak: Marksist.org, Sibel Erduman, 14 Ağustos 2013
2006’da tüm derelerin işletme lisansı kaynağından döküldüğü akarsuya kadar 1800 şirket tarafından alınmış durumda; buna civar dağ ve tepeler de dâhil. Bölge halkı şirketleri köylerine, vadilerine sokmama konusunda kararlılığını sürdürmekle beraber işin vahameti inanılmaz derecede. Yabancı şirketlerinin yanı sıra birçoğu da Türkiyeli olan bu şirketler bölgeye girip işe başlarsa derenin suyunu beton borularla kaynağından, döküldüğü yere kadar taşıyacak ve paketleyip satacaklar. Bu arada derenin etrafındaki dağ ve yamaçlara da sahip olacaklar. Dolayısıyla yağan yağmurun da sahibi oluyorlar. ( Böyle bir olay da gerçekleşmiş; suyu satın alamayan halk yağmur suyunu toplamak isteyince şirket ‘benim suyum kullanamazsın’ diye engellemiş)Sonra da tarım yapmak, hayvanlarına su vermek isteyen ama suyu satın alamayanların evlerini değerinden çok fazla paraya alıp, aileleri göç etmeye zorluyorlar. Bölgeyi ele geçirdikten sonra bu aileleri asgari ücretle şantiyelerinde çalıştırıyorlar. Ayrıca hükümet bu şirketlerin halkın saldırısına karşı özel güvenlik güçlerine sahip olmasının önünü açtı. Bu güvenlik güçlerini de bölge halkının çocuklarından oluşturuyorlar. Ama bütün bunlar HES yapımı bitene kadar, sonra kadrosu dışındaki çalışanlar işsiz kalıyor.
Suyun borularla geçmesi için çevre yolları açmaları gerekiyor ve kayalar patlatılıyor. Çıkan hafriyat da rastgele her yere atılıyor, boruları da derelerden çıkardıkları kum ve çakıllardan yapıyorlar yetmiyorsa ormandan alıyorlar. Su yatağından akmıyor. Böylece yağmurun topraktaki tüm önemli mineralleri de alarak bu derelerin sularına karışması ve yer altı sularını zenginleştirmesi, etraftaki canlılara hayat vermesi önleniyor. Yer altı suları kuruyor, deltalar yok oluyor, tuzlu su toprağa karışıyor ve toprak işletilemiyor. Bir müddet sonra da bölge çölleşiyor. Böyle apokaliptik sonucu bu şirketlerin bilmemesi imkânsız, biliyor ve neden hala frene basmıyorlar diye sormamak elde değil.
Sık sık ekolojik krizin kısa vadeli egotizm (benlikçilik), yani hemen tatmin edilmesi gereken zevk ve zenginlik obsesyonu sonucu olduğu şeklinde açıklamalar duyarız.. Ama tam bu noktada Walter Benjamin’in kapitalizmin bir din, gerçek kapitalistin de hazcı bir egotist değil tersine fanatik bir şekilde zenginliğine zenginlik katmak için, ailesi ve çevresi bir yana sağlığını ve mutluluğunu gözden çıkaran birisi olduğunu söylediğini hatırlamak iyi olacak gibi. Alain Badiou’nun terimleriyle söylersek kapitalist öznellik bir ‘insan hayvanlık’ durumu değil; yani özel ihtiyaçları için birbirleriyle serbest piyasa ekonomisi içinde ilişki kuran, kendi çıkarlarına göre davranan modern toplum tarifindeki bir özneden ziyade egotizmi sermayenin kendini üretmesine tabi kılan bir öznelliktir. Bu anlamda içinde yaşadığımız toplumun acımasız gerçeği çıkar güdümlü bir egotizm değil onun ideolojisi gibi gözüküyor. Yani sahiden enerji ihtiyacı söz konusu olsaydı bu şirket sahipleri veya hissedarları kendi çıkarları (ailesinin, çevresinin) etrafında örgütlenir ve bu apokaliptik sonuca ulaşmayacak diğer alternatifler üzerine düşünüp hareket etmeleri gerekirdi. Her şey sermayenin yeniden üretimine adanmış. Belki esas olarak insanları motive eden kendi çıkarları olsa herkes için ve hatta kamusal çıkarlar için daha fazla umut olabilir.