Türkiye’de Su Krizini Derinleştiren Politikalar

10 Aralık 2011’de İstanbul’da “Türkiye’de Su Krizini Derinleştiren Politikalar” panelinde Dr. Akgün İlhan tarafından yapılan konuşmanın metnini yayınlıyoruz.

Herkese merhaba. Bugün burada “Yeni Bir Su Politikasına Doğru” isimli çalışmadan bahsedeceğim. Su Hakkı Kampanyası’nda çalışan arkadaşlarımla bu ismi seçmemizin nedeni halkın her kesimiyle ve tüm canlılar olarak hepimizin hakim güçlerin oluşturduğu su politikalarının olumsuz sonuçlarını yaşıyor olmamız. Bizim su politikası olarak gördüğümüz ve yaşadığımız herşey merkezi hükümetin ve sermaye gruplarının bize dayattıklarıdır. Bizler bunu değiştirebilecek tek gücüz. Bu nedenle biz su politikasını tartışmayı böyle bir akademik çalışma ile açmayı planladık. Şimdi bu araştırmanın amacından, ona ulaşmak için nasıl bir yöntem izlendiğinden, araştırmada ele alınan bazı konulardan ve araştırmanın sonuçlarından bahsedeceğim. Kitapla ilgili daha detaylı bilgiye kitabın kendisinden – gerek Su Hakkı Kampanyası’nın resmi internet sitesinden indirerek, gerekse buradaki standımızdan herhangi bir parasal bedel ödemeden – ulaşabilirsiniz. Biz yeterli miktarda temiz suya erişimin de, kitapların da bedava olması gerektiğine inanıyoruz…

Öncelikle küresel ölçeğe yani “dünya su krizi”ne bakmak gerekiyor. Zira küresel ölçekten bağımsız olarak ülkesel, bölgesel ve yerel ölçek değerlendirmesi yapmak mümkün değil. Bu nedenle önce küresel su krizine ve ardından Türkiye’nin bu krizin neresinde yer aldığına bakılmalı. Ardından Türkiye’de suyun özelleştirilmesi süreci ve bu süreç içinde ortaya çıkan sorunlara yanıt olarak ortaya çıkmış olan muhalif hareketlerin alternatif su yönetimi arayışları ile devam edeceğim. Bu noktada ifade etmeliyim ki, Türkiye’de alternatif su yönetimine çok az sayıda örnek var. Bu durum dünyanın geriye kalanında da ülke ülke bakıldığında maalesef pek farklı değil. Ancak dünyadaki tüm örnekleri topladığımızda hatırı sayılır miktarda kamusal deneyim bize umut vermeye ve ışık tutmaya yetiyor. Bu nedenle kısaca bu örneklere de yer vereceğim. Son olarak da Türkiye ve dünyadaki alternatif su yönetimi arayışlarından çıkardığımız dersleri ve sonuçları paylaşarak, su yönetimine dair – başta yerel yönetimlere olmak üzere – çeşitli önerilerde bulunacağım.

Araştırmanın amaçları Türkiye’de su politika ve uygulamalarını eleştiren çeşitli kesimleri bir araya getirmek ve bu insanlarla birlikte su politikalarının yönetime nasıl yansıdığını birlikte tartışmaya açmak, bu politika ve uygulamaların gelecekteki sonuçlarını analiz ederek özellikle yerel yönetimlere su yönetimine ilişkin bir takım önerilerde bulunmaktır. Bu amaçları gerçekleştirmek için altmışın üzerinde su yönetimindeki kilit aktör ile bir araya geldik. Bu bir araya gelişler Temmuz-Kasım 2011 yılı döneminde Ankara, Batman, Diyarbakır, İstanbul ve Van şehirlerinde kimi zaman derinlemesine mülakatlar, kimi zamansa atölye çalışmaları (4-5 temmuz 2011 Van ve 1-2 ağustos Batman) kapsamında yürütülen odak grup toplantıları şeklinde gerçekleşti. Su ve kanalizasyon idarelerinden, belediyelerden, bölgesel belediye birliklerinden, meslek odalarından, kent ve gençlik konseylerinden, STK’lardan ve üniversitelerden çeşitli su aktörleri deneyim ve gözlemlerini paylaşıp tartışarak yeni ve kolektif bir mevcut su politikası eleştrisi ve alternatif su yönetimlerine yol açacak öneriler oluşturdu. Bu nedenle bu çalışma şimdiye kadar su yönetimi hakkında yazılmış makalelerin ya da yapılmış araştırmaları harmanlayan bir derleme ya da benim şahsi fikirlerimi anlatan bir kitap değil, kapsamlı bir alan araştırmasıdır.

Dünya Su Krizi

Çalışmanın içeriğinde öncelikle dünya su krizine bakalım. Hepimizin bildiği gibi su sınırlı bir kaynaktır. Ancak bu durum dünyadaki su kaynaklarının tüm canlıların temel ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz olduğu anlamına gelmemektedir. Dünya su krizi artan nüfustan çok, yoğun su ve enerji tüketimi gerektiren küresel ekonomik faaliyetler ve yaşam biçimleri ile ilgilidir. Su krizine çözüm ararken teknolojiden ve ekonomiden medet uman geleneksel yaklaşımlar sorunları çözememiş, bilakis başka mecralara aktarmıştır: a) bir sektörden başka bir sektöre (yoğun enerji tüketimine neden olan desalinasyon teknolojisinde olduğu gibi su sektöründen enerji sektörüne); b) bir coğrafyadan başka bir coğrafyaya (kaynakları tükenen ve kirlenen gelişmiş ülkelerin başka ülkelerin kaynaklarını kullanmaya başlaması), ve c) bugünkü nesillerden gelecek nesillere (yaşam kaynaklarını kirletip tüketerek gelecek nesillere ekolojik borç aktarma).

Türkiye’de Su Sorunun Fiziksel Boyutu

Türkiye dünya su krizinin neresindedir? Türkiye’de su sorunun fiziksel (nicel) boyutuna bakalım. Ülkenin 95 milyar m3 olan yüzey suyu potansiyelinin 27,5 milyar m3’ünden (%29) yararlanılabilmektedir. Kişi başına düşen yıllık kullanılabilir su miktarı 1430 m3 dünya ortalaması olan 7600 m3’ten oldukça azdır. Nüfus artış hızı (1,2) ise dünya ortalaması (1,2) civarında olup Avrupa ülkeleri arasında listenin başında gelmektedir. 2030 yılına gelindiğinde Türkiye su fakirliği üst değeri olarak kabul edilen 1000 m3/kişi/yıl değerine ulaşmış olacaktır.

Türkiye’de suyun ekonomik sektörler arası paylaşımına bakarsak da en fazla payın %74 ile tarıma ait olduğunu, bunu %15 ile evsel ve %11 ile endüstriyel kullanımların izlediğini görürüz. Anlaşıldığı üzere, tarımsal ve endüstriyel su tüketimi, toplam su kullanımının %85’ini oluşturmaktadır.

Kullanılabilir yeraltı suyu miktarı 14 milyar m3 olmasına rağmen bunun yaklaşık 12 milyar m3’lük bir bölümü DSİ tarafından Emniyetli Yeraltı Suyu Rezervi olarak kabul edilmektedir. Bunlar DSİ tarafından kentsel ve tarımsal amaçlı olarak çeşitli kurum ve kuruluşlara tahsis edilmiş ve DSİ’nin izni olmadan yeraltı suyu kullanmak 167 sayılı Yeraltı Suları Hakkında Kanun ile yasak olmasına karşın, yüz binlerce kuyuyla kaçak su çekimi yapılmaktadır.

Türkiye’de yeraltı suyu kirlenmesinde büyük pay kentsel kullanıma aittir. Ülkede pek çok kentte atıklar arıtılmadan doğaya verildiğinden bunların büyük kısmı yeraltı su kaynaklarına sızmaktadır. Orman ve Su İşleri Bakanlığı verilerine göre Türkiye’deki 3225 belediyenin 2321’inde (%72) kanalizasyon şebekesi mevcut iken bunların sadece 362’sinde Atıksu Arıtma Tesisi hizmeti bulunmaktadır. Atıksuyu dışında çöp depolama ve arazi doldurma gibi işlemler sonucu kirlenme, ve kıyıya yakın yeraltı suyu kaynaklarından aşırı su çekilmesine bağlı tatlı su deniz suyunun karışmasına bağlı kirlenme söz konusudur. Sanayi sektörü ise gerek temizlik ve soğutma gibi işlemlerde, gerekse hammadde/katkı maddesi olarak kullanmak üzere üretime dâhil ettiği suya kolay ve az masrafla erişebileceği su kaynaklarını yerleşim yeri olarak tercih etmektedir. Örneğin bu tip uygulamalara bağlı olarak Kemalpaşa Ovası’nda yüksek düzeyde siyanür ve Bornova Ovası’nda yüksek tuzluluk oranı tespit edilmiştir. Tarımda kullanılan yoğun gübre ve pestisit/herbisit de ciddi bir kirlilik kaynağıdır. Bursa Ovası ve Çukurova’da yeraltı sularında nitrat oranı muazzam şekilde artmıştır. Konya Havzası’nda DSİ’nin 2007 başlatmış olduğu yeraltı suyu kuyuları envanter çalışmasında, sadece bu bölgenin %70’inde bulunan 50 bin civarında kuyu tespit edilmiştir. Ovadaki su tablası seviyesi önemli ölçüde düşmüş ve iklim değişikliğinin de etkisiyle yağışlarda %60’lık bir azalma olmuştur.

Türkiye’de Su Sorunun Sosyal Boyutu

Türkiye’de su soru, fiziksel olduğu kadar sosyal bir meseledir. Bu meseleyi tanımlayan üç ana akımı şu başlıklar altında özetleyebiliriz:

1. Türkiye’de su sorunu bir kalkınma meselesidir; gerekli önlemler alınmazsa yakın gelecekte Türkiye su fakiri ülkeler arasında yer alacaktır.

DSİ gibi devlet kurumları, TÜSİAD ve USİAD gibi ülke ekonomisine yön veren kuruluşların görüşüne göre Türkiye su kıtlığı ile özdeşleştirilmiş olan Orta Doğu coğrafyasında bile su zengini değildir ve bu durum gelecekte daha da şiddetlenecektir. Bu nedenle su kaynaklarının “tam kapasite geliştirilmesi” ve ekonomik yaptırımlarla tasarrufu (su hizmetlerinin çeşitli şekillerde özelleştirilmesi, pahalandırılması ve öde-al prensibine uygun çalışan kontörlü su sayaçları gibi) şeklinde mümkün olacaktır. Türkiye’deki kalkınamamışlık sorunu ise “ülkenin su kaynaklarını yeterince geliştirememiş olması”na bağlanmaktadır.

2. Türkiye’de su sorunu bir milli güvenlik meselesidir; devlet su kaynaklarını kontrol altına almazsa bunların kontrolü başka güçlerin eline geçer ve ülke kalkınma yarışında geride kalır.

Milli Güvenlik Kurulu (MGK) 2023 Su Stratejisi toplantısında, “gelecekte Türkiye, Suriye ve Irak gibi şiddetli su kıtlığı sorunu yaşayacak ülkelerin hedefi haline gelecektir. Türkiye’nin tüm hidroelektrik potansiyelini kullanması ve sulanabilir tüm arazilerini sulaması için gerekli çalışmaların yapılması elzemdir” denilmiştir. Veysel Eroğlu da Ilısu gibi baraj göllerinin PKK’nın mobilizasyonunu kısıtlamada oynadığı rolü anlatan demeçlerde bulunmuş (Hidrolik projelerin güvenliği de inşa edeceği savı) ve bu projelere karşı çıkanları bölücü olmakla itham etmiştir.

3. Muhalif paradigma: Türkiye’de su sorunu yönetim, ekoloji ve adalet kavramları ile doğrudan ilişkili bir mesele olup özelleştirmeden olduğu kadar ticarileşmeden de kaynaklanmaktadır.

Su krizi bir demokrasi meselesidir; yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve halkın katılımı ile daha etkin bir su yönetimi ve herkesin suya erişim hakkı mümkün olacaktır. Bu hakkın milli güvenlik ve kalkınma yarışı gibi nedenlerle gasp edilmemesi ve temel ihtiyacını karşılayacak miktarda temiz suya erişim hakkına herkesin sahip olması gerekmektedir. Suyun ekonomik bir mal değil kamusal bir varlık olması nedeniyle ancak kamu eliyle yönetilmesi uygun olacaktır.

Türkiye’de Suyun Özelleştirilmesi

Türkiye’de su hizmetlerinin ve hatta su kaynaklarının özelleştirilmesi dört ana mecrada gerçekleşmektedir:

Baraj ve HES gibi büyük hidrolik yapıların DSİ ve EİEİ gibi kamu kuruluşlarından YİD modeli ve Su Kullanım Hakkı (SKH) Yasası gibi mekanizmalarla yerli/yabancı şirketlere devri.

Dünya Bankası ile imzalanan tarım ve suyu ilgilendiren çeşitli anlaşmalar sonunda DSİ’nin yaptığı sulama tesislerinin su birliklerine ve kooperatiflerine devredilmesi.

On yıllarca belediyelerin su ve kanalizasyon hizmetleri ve altyapıları için gereken finansal ve teknik desteği veren İller Bankası’nın yetkilerinin son dönemde neredeyse sadece Dünya Bankası ve diğer bölgesel yatırım bankalarından gelen dış kaynaklı krediyi belediyelere paylaştırmaya dönüşmesi.

Ambalajlı su sektörünün yükselişi

Hidrolik Altyapılarının ve Tesislerini Kurulmasında Özelleştirme

DSİ, Dünya Bankası ile hidrolik yapılar üzerine çeşitli projelere imza atmıştır. Bankanın 1980’lerde yoğunlaşan kamu idaresinin daraltılması ve piyasa merkezli politikalarının etkisinde DSİ hidrolik yapıların inşası ve işletilmesi faaliyetlerini özel sektöre devretmenin yollarını aşağıdaki bazı kilit yasaları yürülüğe koyarak aramıştır:

8 Haziran 1994 tarihli 3996 sayılı Bazı Yatırım ve Hizmetlerin Yap-İşlet-Devret Modeli Çerçevesinde Yaptırılması Hakkında Kanun (Örnek: İzmit Su projesi’nde Yuvacık Barajı – 1995)

Devlet Su İşleri Umum Müdürlüğü Teşkilat ve Vazifeleri Hakkında Kanun’un 24. maddesi – Su kaynaklarının geliştirilmesi için kurulan her türlü tesisin kurulma, işletme ve bakımı için yapılan tüm harcamaların bu tesislerden faydalanacak olanlar tarafından geri ödenmesi şarttır.

3 Mart 2001 tarihli 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu – Elektrik Piyasası Lisans Yönetmeliği hükümlerince DSİ ve EİEİ tarafından geliştirilen enerji projeleri özel sektör başvurularına açılmıştır.

Tarımsal Su Yapılarında Özelleştirme

Türkiye Dünya Bankası ile en fazla sayıda anlaşmayı tarımda ve ardından gelen enerji sektöründe gerçekleşmiştir.

1950 – 1980 dönemi: Bu dönemde dar kapsamlı ve belirli noktalarda verimlilik artışı hedefleyen kalkınma kredileri verilmiştir.

1980 sonrası dönem: Bu dönemde (1985 Tarım Sektörü Yapısal Uyarlama Kredisi (SECAL) anlaşması) ürün planlamadan kredi sistemine, girdi sağlamadan sektöre dönük kamu örgütlenmesine kadar hem sektörü hem de sektörün yönetimini yeniden yapılandırmaya yönelik program kredileri verilmiştir.

IMF ile imzalanan 18 Haziran 1980 tarihli 13. Stand-by Anlaşması ile birlikte büyük bir değişim süreci başlamıştır. IMF ve Dünya Bankası’nın şartları ülkenin kalkınma stratejisini ihracata dönükleştirmeye ve bunu gerçekleştirmek için öncelikle KİT’lerin tasfiye edilmesine, mali sistemin serbestleştirilmesine ve enerji politikalarının piyasa mekanizmasına uygun hale getirilmesine yöneliktir.

Tarım SECAL anlaşmaları sonucunda DSİ 1993’ten itibaren tüm sulama tesislerini devretmeye ve kamunun sulama sistemleri ve altyapılarında işletme, yatırım ve yönetim ile ilgili yetkilerini daraltmaya başlamıştır. Dönemin DSİ Genel Müdürü Doğan Altınbilek’in 1999 yılında verdiği demeçte şöyle denmektedir: “Türkiye’nin en büyük gizli özelleştirmelerinden birini gerçekleştirdik. … Hedefimiz 2000 yılına kadar tüm alanların işletmesinin devredilmesi”. 8 Mart 2011 tarihli 6172 sayılı Sulama Birlikleri Kanunu ile de üyelikte tapu ve kullanılan su miktarının belirleyici olduğu, temsiliyet eşitsizliği ve adaletsizlik yaratan bir sistem devreye girmiştir.

Kentsel Su Hizmetlerinde Özelleştirme

İller Bankası 1980’lere kadar belediyelere su ve kanalizasyon işleri ve altyapı projelerinde mali destek ve teknik danışmanlık sağlamaktayken, 1980’lerde IMF ve Dünya Bankası gibi küresel kuruluşların etkisi ile kurumun hareket alanı daraltılmaya başlandı. Aynı süreçte su ve kanalizasyon hizmetlerinin finansmanı doğrudan belediyelerin kendi girişimlerine bırakılmış, böylece daha önce yok denecek kadar az olan ticari ve dış kredi başvurularının önü açılmıştır.

Su hizmetleri yerelleşirken, kentsel altyapıcılık alanında mali kredi sağlama yönünde İller Bankası’nın boşalttığı alanı küresel finansman kuruluşları doldurmuştur. 1990’lı yıllardan itibaren, çok uluslu su şirketleri Türkiye’deki özelleştirme politikalarının verdiği imkânları kullanarak piyasalarını genişletmeye başlamışlardır. Kentsel su hizmetlerinin özelleştirilmesinde belirleyici olan pek çok yasadan ikisi kilit öneme sahiptir:

2560 sayılı İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun’un “Tarife Tespit Esasları” başlıklı 23. maddesi: “yerel yönetimler yürüttükleri tüm hizmetlerin gerçekleşmesi için harcanan yönetim ve işletme masrafları, amortismanları doğrudan gider olarak yazılan yenileme giderleri, ve iyileştirme ve genişletme giderlerine ek olarak minimum %10 kâr içerecek bir fiyatlandırma yapmak zorundadır”.

4736 sayılı Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Ürettikleri Mal ve Hizmet Tarifeleri ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 1. maddesi: “Genel bütçeye dâhil daireler ile katma bütçeli idareler, … ve işletmelerde… üretilen mal ve hizmet bedellerinde işletmecilik gereği yapılması gereken ticari indirimler hariç herhangi bir kişi veya kuruma ücretsiz veya indirimli tarife uygulanmaz.

Ambalajlı Su Sektörü

Ambalajlı su, musluk suyundan yüzlerce kez daha pahalıdır. Ambalajlı su endüstrisi, suyun düşük maliyeti ile yüksek satış fiyatı kıyaslandığında çok kârlı ve dolayısıyla agresif yayılmacı bir sektördür. Küresel pazarın talebine açılan tatlı su kaynakları tüm dünyada hızla tükenmektedir. Plastik şişeler doğada birikime ve kirliliğe neden olmaktadır. Su kaynakları tüketilmesi ve kirletilmesinden ekosistemler ve tüm canlılar olumsuz etkilenmektedir.

Türkiye’de kişi başı ortalama yıllık şişe su tüketimi 128 lt’dir. Ambalajlı su pazarında 2010’da %3’lük büyüme görülmüştür. 2010 toplam üretim hacmi 9,3 milyar lt (%67 damacana, %33’ü pet şişe) olmuştur. 2011’de üretimde %5’lik büyüme hedeflenmektedir. Türkiye’de Danone, Nestle, Pepsi ve Coca Cola (pazarın %50’si) gibi küresel markalar ile birlikte çoğunluğunu yerel firmaların oluşturduğu 250 civarında şirket vardır.

Su Yönetiminde Alternatif Arayışları

Dünyada Almanya, Bolivya, Fransa, İspanya, İtalya, Japonya, Hollanda ve Uruguay örneklerine alternatif su yönetimi arayışları kapsamında bakmak mümkündür. Ancak bu kısıtlı süre içinde bunlardan sadece Fransa ve İtalya örneklerine çok kısaca yer vereceğim. Türkiye’de ise özgün su tarifelendirmesi ile Dikili Belediyesi, akademik çalışmalara ve işbirliklerine açıklığı ile Diyarbakır Su ve Kanalizasyon İşleri (DİSKİ) ve ) Yerel Yönetimler Akademisi ile Güneydoğu Anadolu Belediyeler Birliği (GABB) örneklerinden ana hatları ile bahsedeceğim.

Fransa – Eau de Paris: Sudan Gelen Kâr Şirkete Değil Suya Gider

1 Ocak 2010 tarihinde Paris’in su hizmetleri, Eau de Paris (Paris’in Suyu) adlı tek bir kamu işletmesi tarafından sağlanmaya başladı. Mülkiyeti Paris Belediyesi’nde olan bu kurum, kamulaştırılmadan önce elde edilen kârın bir bölümü özel yatırımcının diğer ekonomik etkinliklerini devam ettirmek ve kâr marjlarını artırmak için kullanılırken, şimdi bu kâr tamamıyla su hizmetlerine tekrar yatırılmaktadır. Böylece su kullanıcılarından elde edilen kâr şirketin diğer ekonomik etkinlikleri yerine, tekrar müşterinin aldığı hizmete dönmektedir.

Yaşanan bu yönetimsel değişiklik sonucunda Paris’te 1980 yılından beri ilk kez suyun fiyatı düşmüştür. Önceki dönemde (1980-2009) suyun fiyatı her yıl artmış ve suyun birikmiş fiyat yükselmesi %480 olmuştur ki bu dönem içinde genel fiyat yükselmesi %280’dir. Su şirketlerinin kârlarını ikiye katladıkları görülmektedir. Reuilly Bahçesi’nde (Jardin de Reuilly) kamuya açık bir hayrat ile Paris’in musluk suyu imajını iyileştirme projesi gerçekleştirilmektedir. Bu çeşmenin, suyun tekrar kamu hizmetleri kapsamına girdiğini müjdeleyen sembolik gücü tartışılmazdır.

Ekonomik geliri düşük olan kesimlere suyun daha düşük bir fiyata verilmesi amacıyla çeşitli yöntemler geliştirmektedir. Ayrıca, su şirketlerinin “Kiralık Evlere Erişim için Dayanışma Fonu”na daha fazla katkı sağlaması için çeşitli çalışmalar da yürütülmektedir. Kullanıcılara su kullanımını azaltmak ve dolayısıyla su tasarrufu sağlamak amacıyla çeşitli şekillerde (örneğin su tasarrufu sağlayan muslukların temin edilmesi) danışmanlık yapmaktadır. Bunlara ek olarak, Eau de Paris gelişmekte olan ülkelerde herkesin suya erişim hakkını sağlamayı amaçlayan küresel işbirliklerine ve doğal afet durumlarında acil yardım hizmetlerine de destek olmaktadır.

İtalya – “Su için Hareket Forumu”nun Zaferi

İtalya’nın “Legge Galli” olarak bilinen ulusal su yasasının 1994’te yürürlüğe girmesi ile su hizmetlerin maliyeti tamamıyla su tarifeleri yoluyla suyu kullananlardan karşılanmak zorunda bırakılmıştı. Yasa ayrıca %7’lik bir kârı şart koştuğu için pek çok su işletmecisi altyapıya daha az sermaye ayırmaya başladı ve ihale yolsuzlukları arttı. Kısa sürede İtalya Avrupa’da su kaçağının en yüksek oranda (%30 civarında) yaşandığı ülke konumuna geldi ve bu durum su fiyatlarında muazzam artışlara neden oldu.

2007 yılında “Su için Hareket Forumu” su hizmetlerinin tekrar kamu kapsamına girmesi için 400 bin imza toplayarak yeni bir kamu yasa tasarısı geliştirdi. Önerilen yasada su yönetiminin sürdürülebilirlik ve dayanışma prensiplerine bağlı olarak kamuya ait ve katılımcı olması gerektiği vurgulanarak, tüm altyapıların kamunun yönetiminde olması ve özelleştirilmiş olanların da yeniden kamulaştırılması gerektiği belirtildi. Günlük 50 litre olan kişi başına düşen minimum su miktarının bedelsiz olarak sağlanması önerildi. 2010’da Legge Galli yasasına karşı 1,4 milyon imza toplandı ve yasayla ilgili olarak 2011 Haziranda %57 katılımın olduğu bir referanduma gidildi. Referandum sonunda bu yasa %96 gibi ezici bir çoğunlukla reddedildi.

Türkiye’de Su Yönetiminde Alternatif Arayışları

Türkiye’de su yönetimi büyük oranda merkezi idarenin aldığı kararlar doğrultusunda şekillenmektedir. Yerel yönetimler halka en yakın birim olmalarına ve suyla doğrudan ilişkilenmelerine rağmen suyun yönetiminde henüz önemli söz hakkına sahip değildir. 3 Temmuz 2005 tarihli 5393 sayılı Belediye Kanunu ile yerel yönetimler daha geniş yetkiye ve imtiyazlara sahip olsalar da, yerelleşme yolunda alınacak daha çok mesafe vardır. Yerelleşmenin büyük oranda kanun maddelerinde kaldığı Türkiye’de, yerel yönetimin merkezi idarenin dışında alternatif su yönetimleri oluşturup geliştirmeleri için fazla bir alan yoktur. Ancak buna rağmen Türkiye’de su yönetimine yönelik uygulamaları ve söylemleri ile merkezi idareden farklı bir noktada duran iki yerel yönetim dikkati çekmektedir. Bunlardan biri İzmir Dikili Belediyesi, bir diğeri ise Diyarbakır Su ve Kanalizasyon İdaresi’dir (DİSKİ). Bu iki yerel yönetimin haricinde bölgesel bir kimliği olan Güneydoğu Anadolu Bölgesi Belediyeler Birliği (GABB) de merkezi idarenin su hizmetlerinin ticarileştirilmesini zorunlu kıldığı ve özelleştirilmesini teşvik ettiği kanunların ve düzenlemelerin gölgesi altında suyun kamu eliyle ve kamu yararını gözeterek yönetimi üzerine uygulama ve çalışmalar içindedir.

Ancak Türkiye’de bu yerel idareleri su yönetimi konusunda bir araya getiren ve ortak sorunlarını tartışmaya zemin yaratan sosyal öğrenme ağları henüz fazla bir varlık göstermemiştir. Bu da bir iletişim ve dayanışma eksikliğini beraberinde getirmekte, zaten büyük oranda yalnız olan yerel yönetimler güç kaybına maruz kalmaktadır.

Dikili Belediyesi

Dikili Belediyesi Türkiye’de merkezi idarenin su hizmetlerinin ticarileştirilmesini zorunlu kıldığı ve özelleştirilmesini teşvik ettiği kanunlara ve düzenlemelere rağmen alternatif bir su yönetimi uygulamaktadır. Dikili Belediyesi yürüttüğü uygulamada hane başına aylık 10 m3’e kadar tüketilen suyu[1] bedelsiz olarak temin etmekte, bu kota aşıldığı durumda ise kullanılan toplam su miktarını normal tarifeden fiyatlandırarak tahsil etmekteydi. Daha sonra ise kota 13 m3’e çıkarıldı. Dikili Belediyesi Başkanı Osman Özgüven, temiz içme suyuna erişmenin bir insan hakkı olduğunu, suya erişim bir hak olduğuna göre suyun para ile satılmaması ve ticarileştirilmemesi gerektiğini ifade etmektedir. Dikili Belediyesi’nin uygulaması iki yönden önem taşımaktadır:

Su tasarrufunu teşvik etmektedir. Beldenin kış aylarında 20 bin civarında olan nüfusu turizm sezonunun açılmasıyla birlikte 10 katına çıkıp 200 bine yaklaşmaktadır. Geçmişte bu sezonsal talep farklıklıklarına bağlı olarak ciddi su sıkıntıları yaşanmıştır. Belediye suya yönelik artan talebi sorgusuz sualsiz karşılamak ve belde dışından su temin edip halka satmak yerine, bu talebi kontrol altına alarak su tasarrufu sağlama yoluna gitmiştir. Dikili Belediyesi daha fazla su satarak kâr elde etmek yerine su kaynaklarını daha dikkatli kullanarak tasarrufçu bir yaklaşımı benimsemiştir.

Su tasarrufunu kendi geliştirdiği adil bir yöntemle sağlamaktadır. Dikili Belediyesi Dünya Bankası, IMF ve BM gibi küresel kuruluşların artan bir sıklıkla dile getirdiği ve artık dünya devletlerinin politikalarına yerleştirip kurumsallaştırdığı “suyun fiyatını artırarak tasarruf sağlama” yönteminin geçersizliğini çarpıcı bir biçimde ortaya koymuştur. Zira belediye bu yöntemin tam tersini uygulamış, suyu belirli bir kotaya kadar bedelsiz vermiş ve su ısrafını büyük ölçüde önlemiştir. Suyun fiyatını artırarak tasarruf sağlama yöntemi, bu insanlık sorumluluğunu dar gelirli kesimlerin omzuna yükleyerek onların fakirleşmelerine neden olmaktadır. Belediyenin geliştirdiği yöntemde ise su tasarrufu dar gelirli kesimler cezalandırılmadan gerçekleştirilmektedir.

Osman Özgüven ve meslektaşları bu uygulamalar nedeniyle 2007 yılında görevi kötüye kullandıları iddiası ile dava edilmiş ve yaklaşık iki yıl süren davanın ardından tüm sanıkların beraatine karar verilmiştir. Ancak dava sonucunda yasal olarak suyun bir insan hakkı olduğuna yönelik bir karar çıkmaması nedeniyle su ücretli verilmek durumunda kalınmış, ve suyun 1 m3’ü için 1 kuruşluk bir fiyat belirlenmiştir. Böylece yasal düzlemde halktan sembolik de olsa bir ücret alınmakta, ama su neredeyse bedava verilmektedir.

Diyarbakır Su ve Kanalizasyon İşleri (DİSKİ)

DİSKİ ucuz su temini ve kentin düşük gelir gruplarından tahsil edilemeyen su faturalarının affı (yasal olarak suyu kesme yetkisi olmasına rağmen) gibi somut yönde adımlar atan bir kurumdur. Bunun haricinde 5-6 kasım 2011 tarihlerinde Diyarbakır’da Su Hakkı Kampanyası, Güneydoğu Anadolu Belediyeler Birliği (GABB) ve Diyarbakır Belediyesi ile birlikte Uluslararası Su Hakkı Sempozyumu gibi akademik işbirliklerine, Su Hakkı Kampanyası ve Güneydoğu Anadolu Belediyeler Birliği (GABB) ile ortaklaşa “Başka bir Su Politikası için Kapasite Geliştirme Atölyeleri” gibi teknik bilgi paylaşımına ve sosyal öğrenmeye, ve Kamu Kamu İşbirliğini (KKİ) geliştirme çalışmalarına ağırlık vermektedir. Kurum bu yönüyle Türkiye’deki benzerlerinden ayrılmaktadır.

Güneydoğu Anadolu Belediyeler Birliği (GABB)

120 üye belediyesi bulunan Güneydoğu Anadolu Belediyeler Birliği (GABB) demokratik, katılımcı, ekolojik, saydam, hesap verebilir, insan hak ve özgürlüklerini esas alan, toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarlı bir yerel yönetim anlayışının yerleşmesi ve yaygınlaşması için çaba göstermeyi ana amaçları olarak tanımlamaktadır. Yerel yönetimler ve belediyeler arasında işbirliğini ve dayanışmayı geliştirerek, yerel yönetimlerin, belediyelerin halka daha etkin ve verimli hizmet sunmasına katkıda bulunmak üzere kurulmuş olan bu birliğin en dikkat çekici çalışmalarından birisi de 2010 yılında kurulmuş olan Yerel Yönetimler Akademisi’dir. “Ekoloji ve Yerel Yönetimler” ve “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği“ vb. temalarda hizmetiçi eğitimler veren bu akademi ile GABB Türkiye’deki benzerlerinden ayrılmaktadır.

Görüldüğü gibi Türkiye’de alternatif su yönetimi arayışları az sayıdadır. Bu örneklerinin çoğalması gerekmektedir. Bunun için yerel yönetimler arasında daha fazla diyaloğu ve deneyim paylaşımını mümkün kılacak sosyal öğrenme platformlarına ve oluşumlarına ihtiyaç vardır. Bunun bir yolu olarak Kamu Kamu İşbirliklerine (KKİ) önem verilmelidir. Ancak devlete ve bürokrasiye değil, yerele yakın bir kamu anlayışı tekrar tanımlanmalıdır.

SONUÇLAR ve ÖNERİLER

Su yönetimi alanında deneyim sahibi altmışın üzerinde aktörle bir araya gelerek oluşturulan sonuçler ve öneriler şöyledir:

1) Türkiye’de sermaye grupları ve devlet kurumları “kişi başına düşen yıllık su miktarı” parametresinden yola çıkarak bir su krizi gündemi yaratmakta ve bunun tetikleyicisi olarak artan nüfusun su kullanımını (evsel/kentsel) ve bireyleri hedef göstermektedir. Ancak bu durumun esas sorumlusu toplam su tüketiminin %85’ini açıklayan tarımsal ve endüstriyel faaliyetlerdir.

2) Tarım ve sanayide büyüme hedefleyen Türkiye’de bu sektörlerin büyüyen su talebini karşılamak için hem su arzını artırma (planlama ve inşa aşamasında binlerce baraj ve HES) hem de insani ihtiyaçları karşılamak için gereken payı azaltma (suyun pahalanmasına bağlı olarak azalan erişim) eksenlerinde oluşan bir su politikası izlenmektedir.

3) Daha da vahim olanı suyun, enerji sektörü ile olan doğrudan ilişkisi nedeniyle “kişi başına düşen enerji tüketimi” gibi bir parametreden yola çıkan ve Türkiye’nin gelişememişliğini “yeterince enerji tüketememek”le açıklayan bir enerji politikasının da var oluşudur.

4) Gerek su gerekse enerji tüketiminde tasarruf yerine daha çok tüketmeyi hedefleyen ve ekonomik sektörlerin artan su ve enerji taleplerini karşılamaya odaklı su ve enerji politikalarının sonucu su kaynakları hızla kirlenip tükenmekte ve buna bağlı ekolojik adaletsizlik büyümektedir.

5) Türkiye’de suyun özelleştirilmesi süreci sonucunda aşağıdaki durumlar ortaya çıkmıştır:

Suya erişim evrensel bir hak olmaktan uzaklaşmış ekonomik bir mala dönüşmüştür.

Su hizmetleri pahalanmıştır (tam maliyet prensibi).

Su hizmetlerinin kalitesi düşmektedir.

Su tasarrufu değil su tüketimi teşvik edilmektedir.

İnsana hizmet değil kâr hedeflenmektedir.

Halktan gelen kârla halk değil şirketler zenginleşmektedir.

Büyük riskler alınmakta ve bunların bedelini halk ödemektedir.

Yerel yönetimler küresel şirketlere bağımlı hale gelmektedir.

Yolsuzluk ve haksız kazanç artmaktadır.

6) Sermaye ve devletin değil halkın çıkarlarını koruyan bir su politikasının aşağıdaki ilkeleri içermesi beklenir:

Su ülkelerarası ve halklararası bir uzlaşma ve barış inşa etme fırsatıdır, bölgesel hegemonya kurma aracı ya da milli savunma silahı değil.

Su insanların ve diğer canlıların yaşam hakkıdır, bir ekonomik kalkınma aracı değil.

Su yönetiminin aktörleri halklardır, ekonomik sermaye grupları ve merkezi idare bürokratları değil.

Su ülkelerarası ve halklararası bir uzlaşma ve barış inşa etme fırsatıdır, bölgesel hegemonya kurma aracı ya da milli savunma silahı değil.

Su insanların ve diğer canlıların yaşam hakkıdır, bir ekonomik kalkınma aracı değil.

Su yönetiminin aktörleri halklardır, ekonomik sermaye grupları ve merkezi idare bürokratları değil.

Su kaynaklarının yönetiminde korumacılık ve tasarrufçuluk esastır, daha fazla tüketim değil.

Su kaynaklarında tasarruf sağlamanın biricik yolu suyun fiyatını artırmak değildir.

Su yönetiminde esas birim havzadır, devletlerin çizdiği sınırlar değil (Su ve kanalizasyon idarelerinin ve su havzalarında yer alan yerel idarelerin havza yönetimi için birlikler oluşturmalarına imkân sağlanmalıdır).

Su bir insan ve canlı hakkı olduğu için yönetimi kamunun elinde olmalıdır, ekonomik sektörün sermaye gruplarının ve onların arkasındaki merkezi idarenin değil (Bir insan hakkı olması dolayısıyla “dezavantajlı durumda olanlar lehine suya erişim noktasında pozitif ayrımcılık yapılması” gerekmektedir ve bu ancak kamusal duruş içinde gerçekleştirilebilir, ticari değil).

Yerelin “ülkenin genel çıkarları” için feda edilmesi anlayışı sosyal-ekolojik adaletsizliğin temelidir (Yaşanan tüm adaletsizliklerin eninde sonunda az ya da çok herkesi etkilemektedir).

7) Sermaye gruplarının ve devlet kurumlarının suyu bir güvenlik ve kalkınma aracı olarak gören söylem ve politikalarından farklı yeni bir su politikası oluşturmak ancak yerel ölçeğin aktörleri ile mümkün olabilecektir. Bu nedenle yeni bir su politikasını oluşturmada yerel yönetimlere kilit görevler düşmektedir.

Bu kadar kısa bir süre içinde “Türkiye’de su krizi yaratan politikaları ve bunların uygulamalarından neden olduğu sorunlardan çıkarılacak dersler” gibi kapsamlı ve derin bir konuyu ancak bu kadar sunabildim. Beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum. Konuyu birlikte daha ayrıntılı tartışmak üzere sorularınızı bekliyorum.

[1] 2010 yılı itibariyle bu miktar 13 m3’e çıkarılmıştır.