“Yaşam Hakkı Olarak Su” Broşürü Çıktı

Ercan Ayboğa’nın Annelies Broekman ve Wasilis von Rauch’un katkılarıyla yazdığı “Yaşam Hakkı Olarak Su” broşürü çıktı. Broşürü bu bağlantıya tıklayarak indirebilirsiniz.

Broşürün Giriş Bölümü:

Gezegenimizde suyun yaşamın temel kaynağı olduğu yönünde haklı bir genel kabul vardır. Su her ortamdadır, atmosferin her bölümünde, toprağın üstünde ve altındadır. Su, tüm bu düzeyler arasında aynı zamanda bir döngü içindedir. Su tüm canlı yaşamının başlıca gıdası olduğu kadar her gıdada da hayati unsurdur. Bu yönüyle su, ekosistemlerin en belirleyici elementidir ve aynı zamanda iklim sisteminin en belirleyici aracıdır. İnsan topluluklarının tarih boyunca bütün faaliyetleri suyun varlığına bağlıydı, ilk yerleşim yerlerinin yeterli su kaynaklarının olduğu bölgelere kurulduğunu da burada hatırlatalım. Suya erişim ve suyun kullanımı elektrik enerjisinden daha önemlidir; su olmadan canlı yaşamından söz edilemez, ama elektrik enerjisi olmadan tüm zorluklarına rağmen yaşam mümkündür. Suyun tasarruflu ve adaletli kullanımını ele alınca toplumdaki tüm alan ve faaliyetlerle ilişkiyi dikkate almak zorundayız: Tarım çoğu zaman sulamayla mümkün oluyor, elektrik enerjisinin üretilmesinde su olmazsa olmazdır, endüstriyel üretimde suyun yine bolca bulunması şarttır, kentlerin büyümesi yeterince içme suyunun sağlanmasına bağlıdır, su olmaksızın hijyenik bir ortam düşünülemez.

Bundan dolayı sık sık “su yaşamdır” denilir. Ancak toplumlarda belirli kesimler – en başta sermaye ve siyasi iktidarlar – suyun adaletli kullanım ve dağılımını ve suya herkes tarafından erişimin sağlanmasını kabul etmiyorlar ve kendi ekonomik ve siyasi çıkarlarına göre oluşturdukları siyasi sistem çerçevesinde su kaynaklarını yönetiyorlar. Bundan dolayı su hakkında şiddetli toplumsal tartışma ve mücadeleler gerçekleşmekte, dünyanın birçok bölgesinde suyun mevcut miktarıyla ve/veya niteliğiyle ilgili sorunlarla karşı karşıya alınmaktadır. Günümüzde 1,1 milyar insan temiz içme suyuna ulaşamamaktadır ve 2,6 milyar insan güvenli bir sıhhi tesisata sahip olmadan yaşamaktadır. Bunun öncelikli sebepleri arasında, su yönetiminde kullanılan tekniğin yetersizliği ve suyun haksız dağılımı yer
almaktadır.

Su özellikle tarım, sanayi ve elektrik üretimi için önemlidir. Bu bağlamda, küresel düzeyde insan toplumları tarafından su kaynaklarının % 70’ini kullanan ve aynı zamanda bu kaynakları kirleten tarımsal faaliyetin etkisi vurgulanmalıdır.

Giderek artan yaşam ve kullanım gereksinimleri için hem yer üstü hem de yeraltı sularına artan bir ihtiyaç duyulmaktadır, farklı bir ifadeyle, su kaynakları üzerinde oluşturulan baskı sürekli artmaktadır. Bu nedenle bu broşürde, giderek artan tüketimin anlamlı ve gerekli olup olmadığı ya da hangi ölçüde anlamlı ve gerekli olduğu, insanların bir kısmının neden hala yetersiz miktarda ya da kirli su kullandığı eleştirel anlamda sorgulanacaktır.

Bu bağlamda gelecekteki temel sorunlar olarak suyun yetersizliği ya da teknik araçların
olmamasından değil, öncelikle suyun kirletilmesi ve suyun toplumsal anlamda adil dağılıp dağılmadığının görülmesi gerektiği iddiasından hareket edilmektedir.

Henüz yirmi yıl öncesine kadar su neredeyse tüm ülkelerde kamu malı olarak kabul
edilmekteydi. Yerel yönetimin ve devlet kamu kurumlarının su temini, atık su tahliyesi ve bakımından sorumlu olmaları, toplum için kendiliğinden anlaşılır bir durumdu; kuşkusuz bu durum, her zaman söz konusu teminin ve bakımın nitelikli olduğu anlamına da gelmiyordu. Ancak bu çalışmalardan herhangi bir kâr beklentisi de yoktu.

Ama 1980’lerden itibaren neoliberalizm tüm dünyada sözünü geçirmeye başladığında, Batılı hükümetlerle ittifak içindeki sermayeler, suyun da özelleştirilmesi gerektiğinin propagandasını etkili bir şekilde yaptılar. Sonuçta suyun özelleştirilmesi dünyada birçok yerel yönetimde uygulandı. Kamunun malı olan su üzerinden gerçekleştirilen ve artık hızla uygulanan kaba çıkarcılık kaçınılmaz olarak çatışmalara ve direnişlere de yol açtı. Bu çatışmaları kabaca üç kategoride ele almak mümkün.

2000 yılında, halkın su için başarıyla mücadele ettiği ve suyun özelleştirilmesinin iptal
edildiği Bolivya’da Cochabamba direnişi, “su adalet hareketleri”nin doğum anı olarak kabul edilmektedir. Cochabamba’da tüm halk devlete karşı direnip suyun özelleştirilmesini iptal ettirmekle sınırlı kalmayarak, suyun büyük bir yerleşim yerinde nasıl adaletli ve ekonomik şekilde yönetilebileceğini de başarılı bir şekilde gösterdi.

Günümüzde “Narmada” kavramı, yıkıcı barajların inşasına ve nehirlerin bulunduğu
bölgelerde yaşayan insanların elinden suyun haksız şekilde alınmasına karşı kullanılmaktadır. Narmada, Hindistan’da büyük ve uzun bir nehirdir. Bu nehirde ve nehrin kollarında yerel toplumları hiçe sayarak 30 adet büyük baraj inşa edilmesine karşı yüz binlerce insan yıllarca açık direniş göstermiştir. On yıllardır gelişim adına dünyanın her tarafında büyük barajlar ve hidroelektrik santraller inşa edilmektedir; bu baraj ve santraller çoğu zaman, ekosistemler ve insan toplulukları için korkunç sonuçlar yaratmaktadır. Özellikle 90’lı yıllardan itibaren birçok ülkede milyonlarca insan zorla yerlerinden sürülmektedir. Ve bu insanlar yaşam temellerinin yıkılmasına karşı bir direniş oluşturmaya başlamıştır.

Su etrafında çatışmaların olduğu üçüncü kategori ise, özellikle içme ve sanayi suyu
tedariki, sulama ve elektrik üretimi için çeşitli nüfus grupları, yöreler, devletler ya da
toplumsal sınıfları arasında suyun adaletsiz dağılımı nedeniyle oluşmaktadır. Bu su dağılım çekişmelerinde ilk akla gelen örnekler, Fırat ve Dicle, Nil, Ürdün ya da Mekong nehirleri veya Taberiye ve Victoria gölleri gibi su kaynakları gelmektedir. Yine İspanya’da ve Çin’de olduğu gibi akarsuların yönünü değiştirme projeleri oldukça tartışmalıdır. Merkezi ve/veya bölgesel yönetimler yanlış su, tarım ve enerji politikalarından dolayı suların kullanımıyla ilgili uzlaşmaya varamamaktadırlar ya da varmak istememektedirler. Bu bağlamda makul ve adil çözüm yolları bulunmazsa, yerel çatışmaların büyümesi kaçınılmazdır.

Birbiriyle kesişme özelliği de gösteren söz konusu üç çatışma biçimi, su üzerinde kurulan kontrolün artarak bir politik erk güvencesi aracına dönüştüğünün birer ifadesidir. Egemen güçler suyun kontrolünü hedeflerken sosyal ve ekolojik ilkelere göre hareket etmedikleri için, su üzerinde çekişmelerin artması beklenmektedir. Bu çerçevede su, tek başına bir savaş nedeni olmamış olsa bile, su kaynaklarının adaletsiz paylaşım hedefi devlet ve bölgeler arası ilişkileri şimdiden ciddi şekilde olumsuz etkilemektedir.

1997 yılından beri her üç yılda bir Dünya Su Forumu düzenlenmektedir. Son Dünya Su
Forumu 2009 yılının Mart ayında İstanbul’da gerçekleştirilmişti. Bu toplantılarda su sorunları uluslararası şirketlerin (su tedarikçileri, baraj/hidroelektrik santral yapımcıları ve tarım işletmeleri) perspektifiyle tartışılmaktadır ve bunların çıkarları doğrultusunda kararlar alınmaktadır. Dünyanın çeşitli yerlerinde bulunan ve konudan doğrudan etkilenen büyük kitlelerin fikirleri dikkate alınmamaktadır, sadece suyun denetlenmesi ve maddi olarak değerlendirilmesi önemsenmektedir. Sosyal hareketler, sivil toplum örgütleri ve halklar bu duruma giderek daha fazla direniş göstermektedir.

Burada konunun özü bir yaşam hakkı olarak yeterli miktarda ve yeterli nitelikte suya tüm canlıların erişimidir. Suyun yaşam hakkı olarak tanınması talebi, suyun insan hakkı olarak tanınmasını da aşmaktadır. Bu talep, tüm canlıların ilkesel olarak aynı yaşama hakkına sahip olduğu anlamına gelmektedir.

Kısa bir süre öncesine kadar neredeyse hiç dikkate alınmayan bir başka boyut ise, iklim
değişiminin yağış dağılımına ve böylece tatlı su kaynaklarının varlığına etkileridir. Daha yoğun yağışlar ve daha sık görülen kuraklık, deniz seviyesinin yükselmesinin yanı sıra – eğer küresel ısınma ciddi ölçüde sınırlandırılmazsa – birçok toplum için dramatik sonuçlara neden olacaktır. İklim değişiminde su, konunun merkezinde yer almaktadır. 2009 yılının Aralık ayında Kopenhag’da gerçekleştirilen iklim zirvesi, her ne kadar ekonomik çıkarlar nedeniyle adil bir sözleşmeyle sonuçlanmadıysa da, toplumları bu gerçek hakkında bilinçlendirdi.

Mevcut sermaye çıkarlarına hizmet eden su politikasına yönelik eleştiri ve tepkiler giderek belirginleşmektedir. Ancak su konusu o kadar da kolay ele alınabilecek bir konu değildir. Konuyu geniş ve kapsamlı bir şekilde ele almak gerekmektedir ve elinizdeki broşür konuya tam da bu niyetle yaklaşmaktadır.

Devamı için tıklayınız…

Gezegenimizde suyun yaşamın temel kaynağı olduğu yönünde haklı bir genel kabul vardır.
Su her ortamdadır, atmosferin her bölümünde, toprağın üstünde ve altındadır. Su, tüm bu
düzeyler arasında aynı zamanda bir döngü içindedir. Su tüm canlı yaşamının başlıca gıdası
olduğu kadar her gıdada da hayati unsurdur. Bu yönüyle su, ekosistemlerin en belirleyici
elementidir ve aynı zamanda iklim sisteminin en belirleyici aracıdır. İnsan topluluklarının
tarih boyunca bütün faaliyetleri suyun varlığına bağlıydı, ilk yerleşim yerlerinin yeterli su
kaynaklarının olduğu bölgelere kurulduğunu da burada hatırlatalım. Suya erişim ve suyun
kullanımı elektrik enerjisinden daha önemlidir; su olmadan canlı yaşamından söz edilemez,
ama elektrik enerjisi olmadan tüm zorluklarına rağmen yaşam mümkündür. Suyun tasarruflu
ve adaletli kullanımını ele alınca toplumdaki tüm alan ve faaliyetlerle ilişkiyi dikkate almak
zorundayız: Tarım çoğu zaman sulamayla mümkün oluyor, elektrik enerjisinin üretilmesinde
su olmazsa olmazdır, endüstriyel üretimde suyun yine bolca bulunması şarttır, kentlerin
büyümesi yeterince içme suyunun sağlanmasına bağlıdır, su olmaksızın hijyenik bir ortam
düşünülemez.
Bundan dolayı sık sık “su yaşamdır” denilir. Ancak toplumlarda belirli kesimler – en
başta sermaye ve siyasi iktidarlar – suyun adaletli kullanım ve dağılımını ve suya herkes
tarafından erişimin sağlanmasını kabul etmiyorlar ve kendi ekonomik ve siyasi çıkarlarına
göre oluşturdukları siyasi sistem çerçevesinde su kaynaklarını yönetiyorlar. Bundan dolayı
su hakkında şiddetli toplumsal tartışma ve mücadeleler gerçekleşmekte, dünyanın birçok
bölgesinde suyun mevcut miktarıyla ve/veya niteliğiyle ilgili sorunlarla karşı karşıya
kalınmaktadır. Günümüzde 1,1 milyar insan temiz içme suyuna ulaşamamaktadır ve 2,6
milyar insan güvenli bir sıhhi tesisata sahip olmadan yaşamaktadır. Bunun öncelikli sebepleri
arasında, su yönetiminde kullanılan tekniğin yetersizliği ve suyun haksız dağılımı yer
almaktadır.
Su özellikle tarım, sanayi ve elektrik üretimi için önemlidir. Bu bağlamda, küresel düzeyde
insan toplumları tarafından su kaynaklarının % 70’ini kullanan ve aynı zamanda bu kaynakları
kirleten tarımsal faaliyetin etkisi vurgulanmalıdır.
Giderek artan yaşam ve kullanım gereksinimleri için hem yer üstü hem de yeraltı sularına
artan bir ihtiyaç duyulmaktadır, farklı bir ifadeyle, su kaynakları üzerinde oluşturulan baskı
sürekli artmaktadır. Bu nedenle bu broşürde, giderek artan tüketimin anlamlı ve gerekli olup
olmadığı ya da hangi ölçüde anlamlı ve gerekli olduğu, insanların bir kısmının neden hala
8 Yaşam Hakkı Olarak Su
yetersiz miktarda ya da kirli su kullandığı eleştirel anlamda sorgulanacaktır.
Bu bağlamda gelecekteki temel sorunlar olarak suyun yetersizliği ya da teknik araçların
olmamasından değil, öncelikle suyun kirletilmesi ve suyun toplumsal anlamda adil dağılıp
dağılmadığının görülmesi gerektiği iddiasından hareket edilmektedir.
Henüz yirmi yıl öncesine kadar su neredeyse tüm ülkelerde kamu malı olarak kabul
edilmekteydi. Yerel yönetimin ve devlet kamu kurumlarının su temini, atık su tahliyesi ve
bakımından sorumlu olmaları, toplum için kendiliğinden anlaşılır bir durumdu; kuşkusuz bu
durum, her zaman söz konusu teminin ve bakımın nitelikli olduğu anlamına da gelmiyordu.
Ancak bu çalışmalardan herhangi bir kâr beklentisi de yoktu.
Ama 1980’lerden itibaren neoliberalizm tüm dünyada sözünü geçirmeye başladığında, Batılı
hükümetlerle ittifak içindeki sermayeler, suyun da özelleştirilmesi gerektiğinin propagandasını
etkili bir şekilde yaptılar. Sonuçta suyun özelleştirilmesi dünyada birçok yerel yönetimde
uygulandı. Kamunun malı olan su üzerinden gerçekleştirilen ve artık hızla uygulanan kaba
çıkarcılık kaçınılmaz olarak çatışmalara ve direnişlere de yol açtı. Bu çatışmaları kabaca üç
kategoride ele almak mümkün.
2000 yılında, halkın su için başarıyla mücadele ettiği ve suyun özelleştirilmesinin iptal
edildiği Bolivya’da Cochabamba direnişi, “su adalet hareketleri”nin doğum anı olarak kabul
edilmektedir. Cochabamba’da tüm halk devlete karşı direnip suyun özelleştirilmesini iptal
ettirmekle sınırlı kalmayarak, suyun büyük bir yerleşim yerinde nasıl adaletli ve ekonomik
şekilde yönetilebileceğini de başarılı bir şekilde gösterdi.
Günümüzde “Narmada” kavramı, yıkıcı barajların inşasına ve nehirlerin bulunduğu
bölgelerde yaşayan insanların elinden suyun haksız şekilde alınmasına karşı kullanılmaktadır.
Narmada, Hindistan’da büyük ve uzun bir nehirdir. Bu nehirde ve nehrin kollarında yerel
toplumları hiçe sayarak 30 adet büyük baraj inşa edilmesine karşı yüz binlerce insan yıllarca
açık direniş göstermiştir. On yıllardır gelişim adına dünyanın her tarafında büyük barajlar ve
hidroelektrik santraller inşa edilmektedir; bu baraj ve santraller çoğu zaman, ekosistemler ve
insan toplulukları için korkunç sonuçlar yaratmaktadır. Özellikle 90’lı yıllardan itibaren birçok
ülkede milyonlarca insan zorla yerlerinden sürülmektedir. Ve bu insanlar yaşam temellerinin
yıkılmasına karşı bir direniş oluşturmaya başlamıştır.
Su etrafında çatışmaların olduğu üçüncü kategori ise, özellikle içme ve sanayi suyu
tedariki, sulama ve elektrik üretimi için çeşitli nüfus grupları, yöreler, devletler ya da
toplumsal sınıfları arasında suyun adaletsiz dağılımı nedeniyle oluşmaktadır. Bu su dağılım
çekişmelerinde ilk akla gelen örnekler, Fırat ve Dicle, Nil, Ürdün ya da Mekong nehirleri
veya Taberiye ve Victoria gölleri gibi su kaynakları gelmektedir. Yine İspanya’da ve Çin’de
olduğu gibi akarsuların yönünü değiştirme projeleri oldukça tartışmalıdır. Merkezi ve/veya
bölgesel yönetimler yanlış su, tarım ve enerji politikalarından dolayı suların kullanımıyla ilgili
uzlaşmaya varamamaktadırlar ya da varmak istememektedirler. Bu bağlamda makul ve adil
çözüm yolları bulunmazsa, yerel çatışmaların büyümesi kaçınılmazdır.
Birbiriyle kesişme özelliği de gösteren söz konusu üç çatışma biçimi, su üzerinde kurulan
kontrolün artarak bir politik erk güvencesi aracına dönüştüğünün birer ifadesidir. Egemen
güçler suyun kontrolünü hedeflerken sosyal ve ekolojik ilkelere göre hareket etmedikleri
için, su üzerinde çekişmelerin artması beklenmektedir. Bu çerçevede su, tek başına bir savaş
Yaşam Hakkı Olarak Su 9
nedeni olmamış olsa bile, su kaynaklarının adaletsiz paylaşım hedefi devlet ve bölgeler arası
ilişkileri şimdiden ciddi şekilde olumsuz etkilemektedir.
1997 yılından beri her üç yılda bir Dünya Su Forumu düzenlenmektedir. Son Dünya Su
Forumu 2009 yılının Mart ayında İstanbul’da gerçekleştirilmişti. Bu toplantılarda su sorunları
uluslararası şirketlerin (su tedarikçileri, baraj/hidroelektrik santral yapımcıları ve tarım
işletmeleri) perspektifiyle tartışılmaktadır ve bunların çıkarları doğrultusunda kararlar
alınmaktadır. Dünyanın çeşitli yerlerinde bulunan ve konudan doğrudan etkilenen büyük
kitlelerin fikirleri dikkate alınmamaktadır, sadece suyun denetlenmesi ve maddi olarak
değerlendirilmesi önemsenmektedir. Sosyal hareketler, sivil toplum örgütleri ve halklar bu
duruma giderek daha fazla direniş göstermektedir.
Burada konunun özü bir yaşam hakkı olarak yeterli miktarda ve yeterli nitelikte suya tüm
canlıların erişimidir. Suyun yaşam hakkı olarak tanınması talebi, suyun insan hakkı olarak
tanınmasını da aşmaktadır. Bu talep, tüm canlıların ilkesel olarak aynı yaşama hakkına sahip
olduğu anlamına gelmektedir.
Kısa bir süre öncesine kadar neredeyse hiç dikkate alınmayan bir başka boyut ise, iklim
değişiminin yağış dağılımına ve böylece tatlı su kaynaklarının varlığına etkileridir. Daha
yoğun yağışlar ve daha sık görülen kuraklık, deniz seviyesinin yükselmesinin yanı sıra – eğer
küresel ısınma ciddi ölçüde sınırlandırılmazsa – birçok toplum için dramatik sonuçlara neden
olacaktır. İklim değişiminde su, konunun merkezinde yer almaktadır. 2009 yılının Aralık
ayında Kopenhag’da gerçekleştirilen iklim zirvesi, her ne kadar ekonomik çıkarlar nedeniyle
adil bir sözleşmeyle sonuçlanmadıysa da, toplumları bu gerçek hakkında bilinçlendirdi.
Mevcut sermaye çıkarlarına hizmet eden su politikasına yönelik eleştiri ve tepkiler giderek
belirginleşmektedir. Ancak su konusu o kadar da kolay ele alınabilecek bir konu değildir.
Konuyu geniş ve kapsamlı bir şekilde ele almak gerekmektedir ve elinizdeki broşür konuya
tam da bu niyetle yaklaşmaktadır.