Türkiye’de Su Krizini Derinleştiren Politikalar Paneli Yapıldı

“TÜRKİYE’DE SU KRİZİNİ DERİNLEŞTİREN POLİTİKALAR” paneli 10 Aralık 2011’de Taksim Hill Otel’de yapıldı. Dr. Akgün İlhan’ın yeni çalışması “YENİ BİR SU POLİTİKASINA DOĞRU -Türkiye’de Su Yönetimi, Alternatifler ve Öneriler-”adlı kitabın sunulduğu toplantıda, dünyada ve Türkiye’de suyun özelleştirilmesinin tarihsel gelişimi, bunun yarattığı sosyal, ekonomik, ekolojik, kültürel sorunlar ve bu sorunların çözülmesine yönelik yine dünyada ve Türkiye’deki alternatif arayışlar ele alındı.

Su Hakkı Kampanyası’ndan Nuran Yüce’nin moderatörlüğünde yapılan toplantıda Dr. Akgün İlhan, Doç. Dr. Ali Kerem Saysel ve Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi’nden Ercan Ayboğa konuşmacı olarak yer aldı.

Toplantıda ilk olarak konuşan Nuran Yüce, 10 Aralık’ın insan hakları günü olmasından hareketle, suyun da bir insan hakkı olarak tanınması gerektiğini ifade etti. Birleşmiş Milletler’in 2010 yılında suyu bir insan hakkı olarak tanıdığını ancak Türkiye’nin buna uygun politikalar izlemediğini belirten Yüce, suyu bir ihtiyaç maddesi olarak görmenin suyu metalaştırmanın önünü açtığını söyledi. Su Hakkı Kampanyası’nın suyun katılımcı, demokratik ve kamusal bir biçimde yönetilmesi için girişimlerde bulunduğunu söyleyen Yüce, ancak Türkiye’deki egemen anlayışın, suyu neoliberal politikalar çerçevesinde bir kâr alanı olarak gördüğünü ve halkın suya erişim hakkının elinden alındığını ifade etti.

Yüce’nin ardından söz alan Dr. Akgün İlhan, suyun dünyada sınırlı bir miktarda bulunduğunu ancak kıt olmadığını, dünyada su krizinin nüfus artışından ziyade, yoğun su ve enerji tüketimini gerektiren ekonomik faaliyetlerden kaynaklandığını belirtti. Bu yoğun kullanımın, suyu başka sektörlerden aktarma (örneğin deniz suyunun içme suyuna dönüştürülmesi) ve başka havzalardan taşıyarak getirme gibi su krizini derinleştiren politikalara neden olduğunun altını çizen İlhan, Türkiye’de su tüketiminin yüzde 74’ünün tarım, yüzde 11’inin endüstri ve sadece yüzde 15’inin evsel kullanım olduğunu, dolayısıyla su krizinin artan tarım ve endüstri ihtiyacından kaynaklandığını söyledi. Tarımda ve endüstrideki yoğun kullanımın yarattığı kirliliğe de dikkat çeken İlhan, Türkiye’de su sorununu yaratan iki temel paradigma olduğunu, bunların suyu bir kalkınma meselesi olarak ele alan ve suyu bir milli güvenlik meselesi olarak gören iki temel anlayış olduğunu ifade etti. İlk paradigmanın suya olan talebi azaltmak için suyun fiyatını arttırma, ön ödemeli sayaçlar gibi yöntemleri gündeme getirdiğini, milli güvenlik paradigmasının ise suyun tam kapasite kullanımının sağlanmasını öne sürdüğünü, buna karşı çıkanları ise bölücü olarak yaftalandığını söyleyen İlhan, geçmişte Tarkan’ı dâhi bölücü ilan eden anlayışın maalesef egemen söylem olduğunu belirtti.

Türkiye’de muhalif bir paradigmanın da olduğunu, bunun ise Türkiye’de su sorununu ekoloji, adalet gibi kavramlarla ele aldığını ve suyun ticarileştirilmesine karşı durduğunu söyleyen İlhan, Türkiye’de suyun dört temel alanda özelleştirildiğini ifade etti: “Bunlar, baraj ve HES gibi büyük hidrolik yapıların DSİ ve EİEİ gibi kamu kuruluşları vasıtasıyla Su Kullanım Hakkı’nın şirketlere devri, tarımsal su kullanım hakkının su kooperatiflerine devri, ambalajlı suyun yayınlaştırılması ve şebeke sistemlerine özel sektör katılımının sağlanması olarak ifade edilebilir. IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların da etkisiyle su ve kanalizasyon hizmetlerinde özel sektörün katılımı sağlandı. Kamusal su şirketleri, 2560 sayılı kanun gereği suyu en az yüzde 10 kârla satmak zorundalar, yasalara göre bedava su vermek suç. Musluk suyundan yüzlerce kat daha pahalı olan ambalajlı su sektörü son yıllarda bir patlama yaptı. Yüzde 33’ü pet şişe, yüzde 67’si damacana sudan oluşan ambalajlı su sektörü agresif bir politika izliyor. Oysa çeşme suyu ile şişe suyunun kaynağı aynı. Türkiye’deki ambalajlı su sektörünün yüzde 50’sini Coca-Cola, Danone, Pepsi gibi küresel şirketler elinde tutuyor.”

İlhan ayrıca dünyada ve Türkiye’deki alternatif su yönetimi arayışlarından bahsetti: “Türkiye’de Dikili, DİSKİ ve GABB’ın iyi uygulamaları var. Dikili Belediyesi 13 tona kadar su kullanımını bedava yaptı. Yaz aylarında 200 bin kişilik nüfusa ulaşan Dikili’de, bu politika sayesinde ciddi bir su tasarrufu sağlandı. Suyu bedava verdiği için Osman Özgüven’e açılan dava düştü ancak yasalara uygun davranmak için, Dikili Belediyesi, ilk 13 tonluk suyun ücretini ton başına 1 kuruş olarak belirledi. DİSKİ ise ucuz su temini, su parasını ödeyemeyenleri şebekeden çıkarmama ve su yönetiminde kamu-kamu işbirliği gibi yaklaşımları geliştiriyor. Güneydoğu Anadolu Belediyeler Birliği de kamusal su yönetimini sağlamak için STK’larla işbirliğini geliştiriyor. Bu yıl İtalya’da 1.4 milyon imza toplanarak bir referandum yapıldı ve halkın çoğunluğu özel şirketlerin su yönetiminde rol almaması için oy kullandı. Su hareketlerinin kazanımları dünya çapında gelişiyor.”

Sonuç olarak, Türkiye’de kişi başına düşen su miktarı gibi bir parametre ile su krizi söyleminin bir kenara bırakılması gerektiğini belirten İlhan, Türkiye’de suyun özelleştirilmesi yaklaşımı sayesinde su hizmetlerinin pahalı hale getirildiğini, suyun kalitesini düşürüldüğünü, su tüketiminin teşvik edildiğini, halktan gelen para ile şirketlerin zenginleştirildiğini, yerel yönetimlere gerekli kaynağın aktarılmadığını ve su alanında yolsuzluğun yaygınlaştığını ifade etti. İlhan sözlerini “Su bir insan ve canlı hakkı olduğu için yönetimi de kamunun elinde olmalıdır” diyerek tamamladı.

Doç Dr. Ali Kerem Saysel, suya kalkınmacı ve büyümeci yaklaşımın dışında bakılması gerektiğini söyleyerek, devletçi ve özelleştirmeci paradigmanın dışına çıkarak katılımcı ve özyönetimci bir anlayışın nasıl geliştirebileceği üzerinde durdu. Mal ve hizmet tahsisatının yoğun olarak özel sektör tarafından sağlandığı günümüzde, ortak mülklerin ne olduğunun tanımlanmasının gerektiğini söyleyen Saysel, özelleştirmeci anlayışın aslında demokrasiye karşı olduğunu ve tüketimi mutlaklaştırdığını söyledi. Saysel şöyle devam etti: “Devlet mülkiyeti, düzenleme (regülasyon) ve vergi mekanizmaları ile özel sektör su alanına dahil edildi. Devletler ve şirketler arasındaki simbiyotik ilişki nedeniyle, çok sayıda zararı bulunan pet şişede su kullanımı bugün yasaklanamıyor ve bu konuda bir düzenlemeye gidilemiyor. Ortak mülk anlayışının anayasal düzlemde nasıl ifade edileceği konusunda çalışmamız gerekli. Dikili, DİSKİ ve GABB örneklerindeki gibi ödenmemiş faturalarının affedilmesi, suyun bir miktara kadar bedava verilmesi uygulamaları önemli olmakla birlikte, özyönetimci anlayış için karar alma süreçlerinin demokratikleştirilmesi, işbölümünün yeniden tanımlanması gibi adımlar atılması gerekiyor. Bunların tesis edilmesi durumunda kapitalist büyümeye alternatif bir takım pratiklerin önü açılacaktır.”

Son olarak söz alan Ercan Ayboğa ise barajlar ve HES’ler hakkında konuştu. Barajlar ve HES’lerin Türkiye’de su alanında yaşanan en büyük sorun ve risk olduğunu belirten Ayboğa, Türkiye’de 1400 civarında baraj olduğunu, en azından 2300 hidrolik yapı daha planlandığını ve 50 yıldır enerji ve sulama gibi ihtiyaçlar gerekçe gösterilerek baraj politikalarının derinleştirildiğini ifade etti. Ayboğa şöyle devam etti: “Akarsulara sadece mühendislik çerçevesinde bakmak hidrolik paradigmayı oluşturuyor. Türkiye’de bu anlayışın pratiği GAP’tır. Projede her şey hazırlandıktan sonra GAP’ın sosyal boyutu akla geldi. GAP’ın uygulamaya geçişinden sonra bölgede Gaziantep dışında tüm iller sosyo-ekonomik olarak geriledi. Projeleri uygulayan şirketler, büyük toprak sahipleri ve devlet dışında herkes GAP’tan zarar gördü. Türkiye’deki kadar yoğun olarak suyu özelleştiren bir ülke örneği dünyada yok.”

Toplantı yapılan yan konuşmaların ardından sona erdi.

 

Toplantıyla ilgili basındaki haberler:

‘Su krizinin nedeni küresel ekonomik faaliyetler’, Etkin Haber Ajansı

Dr. İlhan:”Su krizinin sebebi artan nüfus değil sermaye”, Dicle Haber Ajansı