Yakup Okumuşoğu ile söyleşimize kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bu kısımda Türkiye’deki HES’lerin neden yenilenebilir enerji olarak görülemeyeceği, inşaat sektörünün HES’lerdeki rolü, Türkiye’nin enerji politikaları ve havza planlaması gibi konuları ele alıyoruz. Söyleşinin ilk bölümüne şuradan ulaşabilirsiniz.
HES’lerin ayrım gözetilmeksizin yenilenebilir enerji kabul edilmesine ne diyorsunuz?
Bundan on sene önce dünyanın hiçbir yerinde yenilenebilir enerji diye bir kavram kullanılmıyordu. Böyle bir kavram yoktu. 10-15 sene önce yenilenebilir enerjiyi bilen var mıydı? Yenilenebilir enerji yerine, alternatif enerji -güneş, rüzgâr- derdik. Bunlar zaten geleneksel enerji üretimleriydi. Sonra bunların adı yenilenebilir enerji oldu. Yenilenebilir enerji olunca bir vitrin oluşmuş oldu. Algıda, çevreci falan gözükmesi açısından kullanıldı. Ve bunlara sonra teşvik sistemleri yaratılmaya başladı, karbon piyasası üzerinden, Dünya Bankası’nın ucuz kredileri üzerinden. Türkiye’de eskinin geleneksel elektrik üretim yöntemi olan HES’lerden elektrik üretimi yapıyorsun ama buna artık yenilenebilir enerji diyorsun ve sözde yenilenebilir enerji üretiyorsun ve bunları Avrupa’ya satıyorsun. Amaç zaten bu. Avrupa’nın amacı da çevresel maliyetlerini 3.dünya ülkelerine aktarmak. Karşılıklı iradeler bu yönde buluşunca, AB’nin Rusya bağımlılığını azaltmak için Türkiye devreye girmiş durumda. AB içinde Rusya gibi bir ülkeye bağımlılık riskli olduğundan kontrol edebileceği ülkelere enerji ihtiyacını karşılatmak kabul görüyor. Yenilenebilir denerek üretilen enerji daha çok AB’ye satılacak zaten. Örneğin Türkiye’de bir firma şimdiden Yunanistan’a enerji satmaya başladı. Bir diğeri Bulgaristan’a satmaya hazırlanıyor. Hâlbuki bu santraller için “Türkiye’nin enerjiye ihtiyacı var” deniyordu. Yerli kaynaklarımız, bunları kullanacağız, doğalgaza daha az para vereceğiz deniyordu. Durum bu ise yurt dışına özel sektör tarafından satılan bu enerji neyi nesi. İşte bu AB enerji ağı, Türkiye’nin herhangi bir yerinde veya Madrid’de, İspanya’da üretilen enerjinin entegre olarak birbirine bağlanması, kim nerde ucuza bulursa oradan elektriği alması prensibine dayalı. Dolayısıyla burada üretilen elektrik de yurtdışına gidecek. Avrupa Birliği’nin yenilenebilir kriterlerine gelirsek, Avrupa Birliği’nde iki ülkede 10 MW altındaki nehir ve kanal tipi santraller, diğer AB ülkelerinde ise 5MW ve altı hidrolojik kaynaklı kurulu güçler yenilenebilir enerji kaynakları olarak kabul edilmekte. Fakat Türkiye’de 2005 yılına kadar 25 MW ve altı nehir ve kanal tipleri yenilenebilir enerji sınıfından sayılıyordu. Daha sonra bunu beğenmeyip 2005 yılında yaptıkları değişiklikle, kurulu güçte 50 MW’a çıkardılar. Daha sonra Yenilenebilir Enerji Kanunu çıktı 2011’de, bu kanunda üst sınırı da kaldırdılar. Ve dediler ki, 15 milyon metre kare göledin altında kalan tüm nehir ve kanal tipleri, 15 milyon metre kare rezervuarlı tesisler yenilenebilir enerjidir. Niye diyorlar bunu?
Çok basit bir açıklaması var bunun. Çünkü Dünya Bankası yenilenebilir enerji kaynaklarına kredi veriyor. Türkiye’de bu projeler yenilenebilir enerji olarak tanımlanıp, YEK belgesini şirketin eline verdiğiniz zaman şirket, DB’ye gidip ‘benim elimde YEK belgem var’ diyor. Dünya Bankası’nın gidip kapısını çalıyor, uzun vadeli, ucuz kredisini alıyor. Bir krediyi oradan alıyor. İkincisini de Avrupalı firmadan alıyor. Avrupalı firma karbon borsasından yararlanmak için sana geliyor ‘49 yıllığına senin karbonunu satın almak istiyorum’ diyor. Bakın bir yıllık da değil, 40 MW’lık bir santralın yılda 1.4 milyon avroluk karbon kredisinden elde edebileceği bir kazanç var. Yani 40 MW’lık bir hidrolik santraliniz varsa, yılda 1.4 milyon avro karbon karşılığı para alabiliyorsunuz. Bu çok ciddi bir paradır. Şirket, Dünya Bankası’na ödeyeceği paranın taksitini ayda 1.4 milyon avroyla karşılamış oluyor. Dolayısıyla Türkiye, HES’leri yenilenebilir enerji sınıfına sokup, şirketleri, hem karbondan piyasasından yararlandırıyor hem de Dünya Bankası’ndan yararlandırıyor. Diğer yandan verdiği 7 cent taban fiyatı ile de teşvik etmiş oluyor.
Bu arada inşaat sektörünü de ihya ediyor.
Tabii. Bakan Veysel Eroğlu açıklama yaptı ve “2008 yılındaki krizi ucuz atlatmamızda HES’lerin önemli bir payı vardır” dedi. 50 milyar dolarlık bir pazardan bahsediliyor. Bunun 25 milyar dolarının sulamayla ilgili, 25 milyar dolarının ise enerji ile ilgili bölüm olduğunu söylüyorlar. Herkesi bu 50 milyarlık pazara davet ediyorlar. Böyle bir ticaret yürüyor, adına da enerji ihtiyacı, Türkiye’nin enerji bağımlılığı vs deniyor. Türkiye’nin enerji bağımlılığı varsa, 2009’a kadar 43 tane termik santrali vardı da 2009 Mart ayında Kyoto’yu kabul ettiğin o bir yıllık süre içinde 225 tane termiğin lisansını kim verdi? Lisansı verilen termik santrallerin hemen hemen tamamı doğalgazlı ve ithal kömürlü tesisler. Sonra da yurtdışına enerji bağımlılığından bahsediyorsun. Rusya ile doğalgaz anlaşmaları, İran’la doğalgaz anlaşmaları yapıyorsun. Ve enerjide daha fazla bağımlı hale geliyorsun. Fakat konuşmaya gelince enerji bağımlılığımızı azaltmamız lazım, 40 milyar dolar enerji için para ödemişiz, bütçe açığımızda buradan kaynaklanmakta denilmekte. Oysa Türkiye’de üretilen enerji bile tüketiciye doğru düzgün gönderilmemekte. Üretilen enerjinin yüzde on beşi tüketiciye ulaştırılırken kaybediliyor. İşin ikinci bir yanı bu, Türkiye enerjisini verimsiz kullanıyor. Bütçe açığının bir kısmı enerjiden ancak en az onun kadarda ithal edilen incik boncuk, bijuteri elektronik aletler için yurt dışına para gönderiyoruz. Kimse bundan bahsetmiyor.
Yetkililer, Türkiye’nin enerji talep oranındaki artışının yüzde 6-8 arasında olduğunu, büyüme oranın ise yüzde 4’lerde olduğunu söylemekte. Oysa önümüzde Çin örneği var; son otuz yılda yüzde 9’luk büyüyen Çin’in enerji talep artışı yüzde 5’lerde. Türkiye’nin enerjiyi verimli kullanmadığı da çok açık.
Türkiye’nin mevcut kurulu gücünün 52.600 MW olduğu söyleniyor. Bugün itibariyle 52.600 MW’ın ne kadarını gerçekten Türkiye kullanıyor, bu bir mit, şehir efsanesi. ‘Elektriğe ihtiyacımız var, enerjiye ihtiyacımız var’ deniliyor, bir yandan da bakıyoruz, kayıp kaçaklar yüzde on beşlerde. Diyarbakır’ın yüzde 60’ı, İstanbul’un yüzde 60’ı kaçak elektrik kullanıyor. Böyle bir ülkeden bahsediyoruz. Yani ürettiğinin toplam enerjinin %14,9’u kayıp. Bu ne demektir biliyor musunuz? Tek başına Karadeniz’de yapılacak HES’lerin tamamı demektir. Yapmayı planladıkları HES’lerle, Karadeniz’de toplam 7000 MW’lık elektrik elde edecekler. Avrupa ortalaması kayıp kaçakta yüzde 7 civarında. Türkiye’nin kayıp kaçak seviyesinin buna indirilmesi bile 7-8 bin MW’lık tasarruf demektir. İşin bir yanı bu, diğer yanı ise Türkiye’nin rüzgârı var, güneş var. Yanlış hatırlamıyorsam rüzgâr için bir günde 116 bin MW başvuru yapıldı. EPDK 2009 yılında başvurularınızı alıyorum demişti ve yatırımcılar gidip başvuru yaptılar. 116 bin MW’lık bir kurulu güç talebinde bulundular. Üretebilirim, projem hazır, her şeyim hazır dediler. EPDK hemen kapattı sayfasını daha fazlasını almadı. Öte yandan Türkiye’nin güneşi var. Avrupalılar şu anda Sahra çölündeki fotovoltaik enerjisinin Avrupa’ya nasıl taşınabileceğinin hesabını yapıyorlar. Sahra Çölü’ne kuracakları güneş santralleri ile tüm Avrupa’nın enerji ihtiyacını karşılamayı planlıyorlar. Türkiye de güneş ülkesi, bunu kullanması gerekiyor.
Türkiye, Avrupa’da güneş potansiyeli açısından 2. sırada yer alıyor. Böyle bir büyük potansiyel olmasına rağmen, Türkiye’nin 2023 yılı enerji kaynaklarının kullanımı hedefleri -2023 yılı Cumhuriyetin yüzüncü yılı olması nedeniyle de çok önemseniyor- arasında güneş potansiyel olarak belirtilip, herhangi bir hedef belirlenmemiş. Oysa Hidrolik enerjide hedef belirlemişler, var olan potansiyelin tamamını kullanacağız diyorlar. Yerli kömür kaynaklarının kullanımında da hedef belirlemişler, güneş de böyle bir hedef yok, rüzgârda ise potansiyelin tamamına uygun bir hedef yok. HES’ler de gösterdikleri agresif tavrı rüzgâr ve güneşte göremiyoruz. Bu ise su kaynaklarının, hizmetlerinin ve özünde suyun metalaştırılması politikası mıdır?
Evet, tam anlamıyla budur. İşin özü ve konuştuğumuz şey budur aslında. Suyun enerji vs açısından değerlendirilmesi değildir. Daha da genelleştirirsek doğal kaynakların özelleştirilmesidir. Türkiye’de sadece su üzerinden özelleştirme yapılmıyor. Madenlerde de öyle, ormanlarda da öyle, suda da öyle. Bir dönem çok itiraz gelince yasallaştırmadıkları “Tabiatı ve Biyoçeşitliliği Koruma Yasa Tasarısı”nda bir hüküm vardı. Doğada kendi kendine yetişen endüstriyel olabilecek ürünlerin imtiyazlaşmasından bahsedilmekteydi. Bu endüstriyel olabilecek ürünler ne biliyor musunuz? Keçiboynuzu, Kaçkarlar da yetişen yaban mersini, böğürtlen, çamsakızı vs gibi doğada yetişen ürünler. Ve yasada bunlarında imtiyazlaşması öngörülüyordu. Bu hüküm şu anlama geliyor; Birileri ben Kaçkarlar’da yaşarken hem suyumu alacak hem de dağın bana verdiklerini özelleştirecek. Dolayısıyla oralardaki yaylalara, meralara artık giremeyeceksiniz. Şirket gelip size “buraya giremezsin” diyecek, neden dediğinde “ çünkü bu bölgenin yabanmersinini, kuşburnunu vs. ben toplayacağım, ben oranın imtiyazına sahibim” diyecek. Doğada kendiliğinden yetişen ürünleri yerel halkın elinden alıp, adım adım doğanın kendisinin ticarileştirilmesiyle sisteme kaynak yaratıyorlar. Çünkü sistem tıkanmış vaziyette, yeni ham maddeye ihtiyaç var, yeni ham madde de; havadır, sudur bugüne kadar ticareti yapılmamış olan alanlardır.
“Su Kullanım Hakkı” devri ile şunlar da hayata geçecek mi? Örneğin bir köylü hayvanın su ihtiyacını dereden karşılamak istediğinde ya da tarlasını sulamak istediğinde suya ulaşımı engellenecek ve köylünün su kullanım hakkı elinden alınmış olacak mı?
Tabi almış olacak. Sadece bunlarla da sınırlı değil. Ayrıca artık yeraltı sularının kullanımına ilişkin de yeni bir uygulama var. Sayaç takıyorlar artık. Çiftçi yeraltındaki suyu kendi imkânlarıyla, kaynaklarıyla çıkarıp kendi tarlasında kullanamayacak.
Zaten kuyu açma DSİ’nin yetki alanı içinde değil mi?
Evet, DSİ’nin iznine tabi ama şimdiye kadar kullanıyordu. Sulama sistemlerinden uzak bölgelerde kişiler kendi başına suyu çıkarıp, kullanıyordu. Şimdi bu ortadan kalkıyor. Saat takılacak, ön kontörlü sayaçlar, buna önceden para yatıracaksınız, paranız 3 ton suya yetiyorsa, 3 ton kullandıktan sonrasında makine su kullanmanıza izin vermeyecek. Bütün bu süreçle, tarımsal sulama açısından da suyun özelleştirilmesi anlamına geliyor. Su herkes için, yaşamsal bir sıvı olmasına rağmen, bedeli ödenmesi gereken bir meta haline getiriliyor. Hâlbuki öyle olmaması gerekir. Herkes ihtiyacı kadar suyu serbestçe kullanabilmeli. Suyu üretmek için dışarıdan, ekstra bir şey yapılmıyor, suyun niteliği değiştirilmiyor, doğada var olan suyu alıyorsun ve ben bunu kullanacağım diyorsun. Ticari amaçlı kullanım dışında, su herkesin hakça kullanabileceği bir halde olmalıdır. Tabi su sınırlı bir kaynak ve herkesin ihtiyacı olan bir varlık dolayısıyla herkesin ihtiyacına göre bölüştürülmesi lazım. Ama sen suyu kalkıp ta özelleştirdiğin zaman, bunun üzerinden para almaya başladığın zaman, buna birilerini efendi olarak tayin ettiğin zaman -ben buna derebeyi diyorum- artık işin adaleti, paylaşımı ortadan kalkar. İş ticarete dönmüş olur, en çok parayı veren en çok suyu kullanır. Dolayısıyla suyun özelleştirilmesi, bugünkü eşitsizliğe, bugünkü problemli yapıya çözüm oluşturmayacak, eşitsizliği ve gerginliğin daha da büyümesine daha da büyük sınıf farklılıklarının oluşmasına neden olacak. Büyük toprak sahibi, ağası daha çok suya sahip, küçük olan daha az suya sahip olacak.
Sonuçta suyu kıt bir kaynak olarak tanımlayan ve bu kıt kaynağın tasarrufunu, iyi yönetimini ona ekonomik bir değer atfederek sağlanabileceğini savunan anlayış ne su tasarrufu sağlayabiliyor ne de var olan erişimdeki adaletsizliği giderebiliyor. Hatta su krizini her boyutuyla daha da derinleştiriyor.
Bence büyük soru şu: Bir çiçeği, kimseye zararı olmayan bir çiçeği biz nasıl koruyabiliriz. Çiçeğe bir değer atfederek mi koruyabiliriz, yoksa değer atfetmeden mi koruyabiliriz. Aksine, varsa, bir değeri değerini azaltarak mı koruyabiliriz? Bu sorunun cevabı aslında pek çok tartışmanın cevabını verebilecek bir soru. Bir grup diyor ki, korumak için “bir şeyi değerli kılmak lazım” dolayısıyla su da önemli ve kıt bir kaynaktır ve ona da bir değer atfetmeliyiz. Eğer biz bunu paraya tahvil edersek su korunabilir diyorlar. Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü vb kurumlar bunu söylüyor. Bir grup da -ben de bunların içerisindeyim- hayır aksine değersiz kılmak gerekir diyor. Biz bugüne kadar çiçeği koruyabildiysek, o çiçek hiç kimse için farklı bir değeri olmadığı, farklı bir çıkar sağlamadığı için; alayım, sahip olayımdan uzak kalabildiği için var oldu. Siz bir şeyi değerleştirdikçe ona ulaşmak isteyen daha çok kişi çıkacak ortaya. Dolayısıyla daha çok kirletilmeye ve ortadan kaldırılmaya müsait hale geliyor. Bence ne kadar değersiz kılınırsa o kadar çok korunabilir. Su konusuna gelince; su kıt bir kaynak, değersiz kılınma şansı yok ama buna en yakın şey nedir, devlet tarafından veya devletin de dışında bağımsız bir yapının suyu hakça paylaştırmasıdır. Bu hakça paylaştırma tamamen yaşama dönük olmalıdır aynı zamanda. Yani kalkıp da endüstriyel üretim yapacağım diye suyu yaşamdan çalıp endüstriyel üretimde kullanamazsınız. Endüstriyel üretim benim konforum içindir, ama öbür tarafta yaşamım söz konusu. Dolayısıyla, yaşamımın tartışıldığı yerde ben konforu düşünemem. Fakat sistem bunu yok ediyor, tamamen konfor için ya da refah adıyla, ekonomik büyüme adıyla, ben daha çok kullanayım diyor. Hayır, buna hakkı yok.
Solaklı’da HES’e karşı mücadele edenler de Bakan’ın “Solaklı barajının etrafında onlara güzel mesire yerleri yapacağız” söylemine karşı “Mesire yerine ihtiyacımız yok, yaşamaya ihtiyacımız var” demişlerdi.
Aynen böyle… İnsanlar, canlılar ve doğanın suya olan ihtiyacı bir tarafta, diğer taraf da endüstrinin suya olan ihtiyacı bu noktaya getiriyor işi. En çok suya endüstrinin -ister doğrudan su olarak, ister suyu enerjiye çevirerek- ihtiyacı olmasa bugün biz su konusunu tartışıyor olmazdık. Sular hakça, eşitçe paylaştırılır, doğaya da insanlara da, yeterli olurdu. Hayır, endüstri var ve endüstri 30 yıl sonra daha da büyüyeceğini düşünüyor, kapitalizm daha da gelişeceğini düşünüyor ve daha çok üretime ihtiyacı var. Daha çok üretecek, daha çok para kazanacak ve daha çok suya ihtiyacı olacak, daha çok enerjiye ihtiyacı olacak. Su kıt bir kaynak ve gelecekte o sudan yararlanmak isteyen daha çok paydaşı olacak. İşte bugünden bu sorunu çözmeye çalışıyorlar.
AKP’nin, HES’lerin yapımını en kısa sürede bitirme gibi bir tavrı var. Bunun ardındaki nedenler; yüzüncü yıl hedefleri, tarımda dünya beşincisi olma, enerjide bölgesel güç olma gibi hedeflere ek olarak, bu konuda gösterdikleri azmin nedeni sizce ne?
Küresel iklim değişikliği nedeniyle Türkiye’nin bazı bölgelerinde yağışlar azalacak, bazı bölgelerinde yağışlar artacak. Birinci neden bu. Karadeniz Bölgesi’nde yağışlar artıyor, Türkiye’nin geri kalan bölgelerinde yağışlar azalıyor, çölleşmeler başlıyor. Dolayısıyla su kaynaklarına yakın olmak gerekiyor. 2023’lü yıllara kadar bu işi çözmeleri gerekiyor. Çünkü su, her geçen gün azlığı, yokluğu ve ihtiyaç konusu olması nedeniyle hissettiriyor kendisini. 2023’lü yıllara gelindiğinde daha çok hissettirecek. Bir kere 2023’e gelinceye kadar bunu çözmek istiyorlar. İkincisi de dünyada gerçekten bir enerji darboğazı var. Türkiye’nin söylendiği gibi enerjiye ihtiyacı yok ama Türkiye ürettiği enerjiyi satmak istiyor. Sudan elde ettikleri enerjiyi ticaret konusu yapmayı düşünüyorlar.
Aslında konuşmanız içinde buna yanıt verdiniz ama tekrarlamak gerekirse, Türkiye’nin enerji politikası açısından HES’lerin yapılması bir zorunluluk mu?
Hiç değil. Almanya Türkiye’de HES’lerden üretilecek enerji kadar enerjiyi sadece güneşten sağlıyor. Düşünün Almanya kadar bir yatırım yapılsa Türkiye’de güneşten ne kadar enerji elde edilir. Almanya’nın hiçbir bölgesi Türkiye’nin en az güneş alan bölgesinden daha fazla güneş olmaz.
Türkiye’de havza planlaması yapılmıyor. Neden yapılmıyor, bu birinci sorum. Yapılacak olsa ne gibi kriterler gözetilerek yapılması gerekiyor ve su konusunda mücadele edenler olarak nasıl bir talepte bulunabiliriz?
Havza planlaması konusunda birçok tartışma var. Havza planlaması neticede bir şeyin planlanması anlamına geliyor. Planlama kavramı da ‘ bir şeyi engellemeyi değil de onu hayata geçirmeyi hedef aldığı’ için eleştirenler bulunmakta. Ben planlamayı şunun için düşünüyorum, İkizdere’de 26 adet HES girişimi bulunmakta. Ben bunların her biri için tek tek dava açmak durumundayım. Ama havza planlaması olursa 26’sı birden içine girecek. Ve açtığım dava ile iptal kararı çıkarsa 26’sından birden kurtulmuş olacağız.
Şöyle bir gerçeklikte yok mu? Şimdiye kadar verilen ÇED raporları her bir HES için düzenlenmekte. Bir havzada yapılacak olan 26 adet HES’in çevresel etkisi birden hesaba katılarak düzenlenmesi daha gerçekçi sonuçlar doğurmaz mı?
Havza planlaması yaparsan, bütün olarak vadiyi, havzayı değerlendirmek gerekir. Çünkü ardışık olarak birbirinin peşi sıra HES’ler yapılıyor. Bir tanesinin çevresel etkileri az olabilir, kabul edilebilir ve izin verebilirsiniz ama 22 tane, 26 tane olduğu zaman bunların kümülatif toplamı havzayı yaşanmaz hale getirir. Dolayısıyla ‘bütüncül olarak değerlendirme yapmak zorundasınız’ diyoruz açtığımız davalarda. Onlarda, ‘biz bunları yaparsak HES’leri yapamayız’ diyorlar. Hakikaten de öyle, yapamazlar. Fakat bir yandan da biraz örtülü biçimde Orman ve Su İşleri Bakanlığı bir çalışma yaptırıyor DSİ üzerinden; havza planlamasına temel teşkil edecek bir çalışma yaptırıyorlar. Eğer bu yapılan çalışmadan beklediklerini bulabilirlerse, bunu bir yönetmeliğe veya bir tüzüğe bağlayacaklar. Eğer bekledikleri gibi çıkmazsa, yani havza planlaması sonucunda ‘HES inşa edemeyiz’ gibi bir neticeye ulaşırlarsa bu fikri tamamen rafa kaldıracaklar. Açılan davalarda mahkemelerin tavrı, ‘evet, bütüncül olarak değerlendirme yapılması gerekir, bunun yapılmaması durumunda kümülatif etkiyi göremezsin ve ekosistem üzerinde ciddi sıkıntıya sebep olursun’ diyor. Bence tek başına havza planlaması da yeterli değil. Ayrıca planlama kelimesi yanlış anlamalara yol açıyor. Her ne kadar Avrupa’da bu işin karşılığı havza planlaması olsa da havza bazında planlama değil ama havza bazında ekosistem değerlendirmesi gerekiyor. Havza bazında ekosistem değerlendirmesini, Bakanlık, Stratejik ÇED olarak ele alıyor. ‘Stratejik ÇED üzerinde çalışmalarımız devam ediyor, henüz yönetmeliği çıkmadı’ diyor. Bakanlığın biran önce bu çalışmayı tamamlaması gerekir. Sonuç olarak, biz ekosistem değerlendirmesi bütüncül olarak yapılsın diyoruz. Mahkemeler de, bütüncül bir değerlendirme yapılmadan bu HES’ler yapılamaz diyor.
Türkiye’nin su politikaları, AB Su Çerçeve Direktifi ile uyumlu mu, AB Su Çerçeve Direktifi’nin sizce olumlu, olumsuz yanları neler?
AB Su Çerçeve Direktifi, altında pek çok direktifin de olduğu, aslında bir çerçeve. Türkiye’de de su konusunda çok büyük bir karmaşa var. 25-26 kurumun yetki ve sorumluluklarının olduğu bir alandır. Pek çok bakanlıktan Büyükşehir belediyelerine, köy muhtarlarına kadar geniş bir alanı kapsar. Su konusunda öncelikle koordinasyona ihtiyaç var. Bu koordinasyonun içinde devletin bürokratının olması gerekir ama öte yandan bölge halkının da içinde olduğu bir yapı gerek. Suyla ilgili konuların böyle bir koordinasyonla yürütülmesi gerekir. Fakat Türkiye’de en başta DSİ, herkesten önce 1960’larda gitmiş dereleri ölçmüş, üstün körü planlar hazırlamış ve şimdi 4628 sayılı yasaya dayanarak işin ticaretini yapıyor. Bu çok büyük bir yanlış. Günümüzdeki ve gelecekteki konuştuğumuz su kıtlığı gündemdeyken DSİ’inin böyle bir şey yapmaya hakkı yok. DSİ’nin görevlerine bakarsanız; sulama kanalları yapmak, taşkın önlemek, set yapmak bir de hidrolik santraller –ki onu da artık özel sektöre devretti- başka bir şey yok. Peki, DSİ’nin ekosistem çalışması yapma şansı var mı? Yok. DSİ suyun çevresel etkileri ile ilgili olarak nasıl bir çalışma yaptı, ne biliyor? Hiçbir şey, sadece hidrolik biliyor. Kalkıp da böyle bir kurumun eline su bırakılırsa, sular parça parça olur. Bu anlamda AB Su Çerçeve Direktifi’ne gelmeden önce Türkiye’nin en başta sağlam bir su politikasına ihtiyacı var. Ve bu politikayı oluşturacak olan; yerelden başlayan, özerk, içerisinde halkın doğrudan olduğu bir yapı olmalıdır.
2009 yılındaki 5. Dünya Su Forumu’nun Türkiye’de yapılmış olmasının baraj ve HES yapımlarına bir etkisi oldu mu?
Olmaz olur mu, Türkiye’de yapılan planların dünyaya aksettirildiği bir platformdu Dünya Su Forumu. AB yenilenebilir enerji kapsamında Türkiye’yi destekliyor. Niye destekliyor? Çünkü Türkiye bugün itibariyle aslında AB’ye hizmet ediyor. AB’nin büyük firmaları gelecek ve Solaklı’daki HES’i satın alacak. Dünya Bankası’nın Türkiye’ye, yenilenebilir enerjilere vermiş olduğu krediler bir milyar dolara yaklaşmış. Özel bankaların vermiş olduğu kredilerin haddi hesabı yok. Türbin satacaklar, tüm HES maliyetlerinin nerede ise yarısı türbin ve elektronik ekipmandan oluşuyor.
Son olarak, alternatif su politikası içinde HES’lere dair yaklaşım sizce nasıl olmalı?
Su, kendi niteliği gereği öncelikle yaşamsal bir sıvıdır. Dolayısıyla suyun yaşamsal yanı, yaşama verdiği enerji asıl ve önceliklidir. Her bir vadiye HES yapmak, her bir vadiyi HES’lerle doldurmak gibi bir yaklaşım kabul edilemez. Ama HES’ler külliyen yapılamaz demeyi de doğru bulmuyorum. İyi projelendirilmiş ve çevresel etkileri üzerinde iyi çalışılmış projeler üretmenin mümkün olduğunu, ama bu güne kadar Türkiye’de bunun örneğini de görmediğimizi söylemek zorundayım. Ayrıca Türkiye’nin bugün uyguladığı modelin de son derece yanlış olduğunu düşünüyorum. Bu uygulama ile Anadolu’nun suya bağlı ekosistemi dört bir yanda kurutuluyor. Bu kesinlikle yanlıştır.