Kaynak: M.Utku Şentürk, Radikal, 23 Mart 2012
Su, dünyamız için en önemli yaşam kaynağı. 3 yıl önce 5.sinin İstanbul’da toplandığı Su Forumu, bu kez 12- 17 Mart tarihleri arasında Marsilya’da düzenlendi. Fransa’da başkanlık seçimlerine birkaç hafta kala gerçekleşen forumda, gelişmekte olan ülkelerdeki temiz su savaşları ana gündem maddesini oluşturdu. Doğru, su savaşları çıkacak, fakat eksik bir doğru. 21. yüzyıldaki su savaşları askerle değil, tatlı su kaynaklarının özelleştirilmesi, şirketlerin, özellikle de çokuluslu şirketlerin eline geçmesi yoluyla başlamış durumda. Tabii ki katılımcılar, işin bu tarafını göstermekten imtina ediyor. Geçmişten günümüze savaş sebebi olan toprak ve yeraltı zenginliklerinin son dönemlerde yerini suya bırakacağı gözüküyor.
Ortadoğu için güncel bir konu olan su çekişmeleri, Türkiye, Irak ve Suriye’yi daha çok ilgilendiriyor. Dolayısıyla stratejik bir kaynak olarak su, giderek daha çok önem kazanıyor.
11 Eylül 1990’da New York Times’te çıkan bir habere göre, su kaynaklarının iktisatlı kullanılmaması ve tedbir alınmaması halinde 2025’te 37 ülkede ciddi kuraklık yaşanacağı tahmin ediliyor. Şu anda bile, temiz suya erişimin zorluğunu gösteren veriler mevcut: 1.2 milyar insan, yani dünya nüfusunun altıda biri, temiz sudan yoksun. 2.6 milyar insan ise (tüm dünya nüfusunun üçte biri) sağlıksız koşullarda. 400 milyon çocuğun (dünyadaki her beş çocuktan biri), temiz ve sağlıklı suya erişimi yok.
Biliminsanlarına göre, ‘dünyanın yedek su deposu’ sayılan buzulların erimesi ve denizlere karışması, yakın gelecekte susuzluğa yol açacak. Bu erime, ‘küresel ısınmayla’ açıklanıyor.
Buna yol açan karbondioksit’ salınımının % 31’ini ABD, % 28’ini Avrupa, % 13’ünü Rusya üretiyor, yani ‘karbondioksit’in % 73’ünü, bu üç büyük kapitalist merkezi üretiyor.
Su hakkı, insanın hakkıdır
Eko-Sosyalist Michael Löwy’nin de dediği gibi, su giderek daha kıt ve kirletilmiş hale geliyor. İnsanlar su içtiğinde ve musluklarını açtığında bu sorunu yaşıyor. Kapitalizmin suyu tehdit ettiğine dair giderek büyüyen bir kavrayış var. Kentlerde su dağıtımının kamulaştırılması talebi çevresinde gelişmeye başlayan hareketler ortaya çıktı. Örneğin Fransa’da, yerel yönetimin suyu özel işletmelere satıldı, ki bu da fiyatları yükseltti ve suyun kalitesini düşürdü.
İkisi aynı anda oldu. Dolayısıyla giderek daha fazla insan, su dağıtımının yeniden kamulaştırılması için mücadeleye katılma ihtiyacı duyuyor. Fransa’da tartışılan sorunlardan biri de şu: Su dağıtımı özel şirketlerin elinde mi kalacak, yoksa yeniden bir kamu hizmeti mi olacak?
Su konusunda ayrıca kapitalist tarımın suyun fantastik biçimlerde israf ettiği gerçeğiyle karşı karşıyayız. Suyu, her zaman halka yönelik olmayan ürünler için, sınai ihtiyaçlar için kullanıyor. Dolayısıyla tarım modelini değiştirmeye, daha biyolojik yoğunluklu hale getirmeye yönelik mücadeleler de var. Yani su gerçekten de politik bir sorun; ekolojik ve toplumsal sorunları birleştiriyor.
Su ve arıtmanın ulusötesi şirketlerin eline bırakılması, kapitalizmin yıllardır yapısal krizini çözmek için kullandığı araçlardan biri. Sonuç: Öncelikle yoksulların yaşam hakkının ihlali. Her gün dünyada 3 bin 800 çocuk, sağlıklı suya ve atık su sistemine erişimden yoksun olmakla bağlantılı hastalıklar nedeniyle ölüyor.
Fakat mücadele edip kazananlar da var. Bolivya’da halk, suyuna el koyan büyük şirketleri korkuttu; buna izin veren hükümeti devirip attı; ardından da şirketleri kovdu. Güney Afrika’da yoksullaştırılan halk, örgütlenerek su hakkı için mücadele ediyor; ‘apartheid’ı en iyi bilenler olarak ‘Özelleştirme ayrımcılıktır’ diyor.
Su hakkıyla ilgili olarak genelde üç temel talep sıralanıyor:
Su hakkı insan hakkıdır. Bu haktan kesinlikle vazgeçilemez.
Su kaynaklarında ve kullanımında kamu mülkiyetinden vazgeçilmemeli.
İnsanca yaşam için gerekli temiz su miktarı ücretsiz verilmeli.
Barajlar, kırsal alanda suya erişim açısından büyük bir risk. Akarsuların o bölgelerinde yaşayanların suya erişimini sınırlandırıyor. Özelleştirmenin başka bir türü olan barajlar, suyun fiziki varlığını değiştirerek su döngüsünü tehlike içine sokuyor ve su kirletiliyor. Bunun dışında barajlar, yerel özellikleri ve yerel kültürlerimizi yok edip insanı doğadan koparıyor, ekolojik dengeyi alt üst ediyor. Bölgesel ya da uluslararası ilişkilerde hegemonik bir güç unsuru olarak kullanılan barajlar, ihtiyaç duyduğumuz barış ortamını değil, çatışma ve düşmanlıkları arttırıyor. Bunlara yol açan tüm baraj projelerinden vazgeçilmeli.
Su sorunu temelde kapitalizmin kaynakları yağmalaması, her şeyi metalaştırıp paraya çevirmesiyle ilgili. Kapitalizm tasfiye edilmeden, bu sorun çözülemeyecek. Zira kapitalizm, insanlığa karşı tüm suçların ana sorumlusu. Ancak Bulutsuzluk Özlemi’nin şarkısında da denildiği gibi, ‘çelişkiler keskinleşsin diye’ böyle geçmesin ömrümüz istiyorsak, kapitalizmin tasfiyesini beklemeden elimizden ne geliyorsa bugünden tezi yok yapmalıyız.