Kaynak: Bolu Gündem, 29 Ocak 2013
Yenilenebilir enerji kaynağı olarak addedilen Hidroelektrik Santraller(HES) genellikle toplum zihninde bir “çıkmaz” olarak belirmektedir. Bunun sebebi de gelişen ve sanayileşen bir Türkiye’de (neo-liberal iktisadi politikaların izinde) enerji ihtiyacının doğması ve bu ihtiyacın aslında ciddi ekolojik, kültürel ve siyasal birçok sorunu beraberinde taşıyan HES’ler ile sağlanmaya çalışılmasıdır. Konunun derinliği ve kapsamı nedeniyle mümkün mertebe ana başlıklardan başlayarak ve tek yazıya indirgemeyerek meseleyi aktaracağım.
İç ve dış borcun arttığı, istatiksel yalanın büyüdüğü bir Türkiye’de HES’ler gerçekten de enerji ihtiyacını karşılamak üzere mi hayatımıza girmiştir?
Bu sorudan hareketle yol alırsak mesafe kat edebiliriz diye düşünüyorum. Zira söz konusu enerji kaynağının, “yenilenebilir” halinin “yeni(leni)r hatalara” evrilerek, doğada geri dönüşümü olmayacak tahribatla serbest piyasa koşullarına terk edilmesi doğrudan çeşitli şirketlerin lehine alınan kararları işaret etmektedir.
Son dönemde Türkiye’de ve Bolu’da miktar olarak artış gösteren, potansiyel enerjiyi kinetik enerjiye dönüştüren HES’ler iki tipte projelendirilir. Baraj tipi ve regülatör(nehir) tipi HES’ler. Özellikle bir dere yatağına birden fazla yerleşmesiyle göz önünde olan projeler nehir tipi HES’lerdir. Suyun ait olduğu dereden kilometrelerce ayrılarak beton bir kanala hapsedildiği bu tip, suyun yüksek bir noktadan düşürülerek potansiyel enerjisinden yararlanılmasını öngörmektedir. “Yenilenebilir” kavramının devreye girdiği an tam da burasıdır. Malum santral inşasında onlarca iş makinesinin kepçesinden çıkan tahribat öyle bir iki dal kopma meselesi değildir. Ciddi ağaç kıyımının yanında dere yatağında değişikliğe gidildiğinden o bölgedeki canlı türlerinin yaşam alanlarında ortaya çıkan durumu özetlemek için bir doğa bilimci olmaya gerek yoktur. Zaten yüzlerce yıldır doğanın insan elinden çektiği yetmezmiş gibi, böylesi bir kar iştahının ardından, geleceğe hangi şekilde miras bırakılacağı tamamen muammadır. Ayrıca HES’lerin kurulmasıyla birlikte o bölgede yaşanılan çevresel zararın yanında, tarım arazilerinde yaşanılan sulama sorunları gibi neticeler bölgenin sadece ekolojik olarak etkilenmediğini de bizlere göstermektedir.
Piyasacı kuralların doğayı yerle bir etmeye yeltendiği yarı sömürge ülkemde esas olarak en başta tanımlamamız gereken bir diğer konu “haklarımızdır”. Kaldı ki bir canlının yaşam hakkından öte bir laf girizgahını şahsımca makul kılmak pek de mümkün değildir. Su, canlı yaşamının en doğal ve en temel hakkıdır. Ülkemiz de öyle bilindiği gibi su zengini falan bir ülke değildir hani. Türkiye’de kişi başına düşen yenilenebilir su potansiyeli 3500 m3 civarındadır. Su havzalarının kirletilmesi, bilinçsiz yatırımların büyütülmesi gibi etmenlerden dolayı kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 1800 m3 seviyesine kadar gerilemektedir. Dünya geneline bakıldığında ise kişi başına düşen yenilenebilir su miktarının 7600 m3 civarında seyrettiğini görebiliriz. Yani kimilerinin altını çizdiği üzere öyle kanallara hapsedilecek kadar “bol” suya sahip değiliz. Olsak bile hayatın asli unsuru olan suyun “Su Kullanım Hakkı Sözleşmeleriyle” özel sektörün inisiyatifine bırakılmasına izin vermek doğru değildir. Her şeyden önce enerji ihtiyacının karşılanması için devletin tasfiye edilerek sermayenin sahiplenilmesi amaç noktasında belirgin ipuçlarını göstermektedir.
Peki Türkiye’deki enerji ihtiyacını bu nehir tipi dediğimiz Hidroelektrik Santraller karşılar mı?
TEDAŞ verilerine göre 2001-2009 yılları arasında elektrik hatlarında gerçekleşen kayıp/kaçak oranı ortalama %18’dir. İletim kaçaklarının eklemlenmesiyle bu oran %21’ler civarını bulmaktadır. Yaklaşık olarak 2-3 Atatürk barajından sağlanan elektrik enerjisine tekabül eden bu oran gelişmiş ülkelerde %5-7 civarında seyretmektedir. Kurulduğu güçte enerji sağlanamayan HES’lerin Türkiye’deki enerji dağılımındaki paylarına baktığımızda ise, TEİAŞ 2010 verilerine göre, akarsular üzerine tesis edilen tüm HES’lerin enerji dağılım payı %4 civarındadır. Yani yüzlerce HES yapmak yerine iletim hatlarında ki kayıp/kaçak oranlarını düşürmek daha makul bir seçenek olarak durmaktadır.
Türkiye’de yüzlerce ve çeşitli aşamalarda olan HES projeleri mevcuttur. Özellikle bu artışın büyümesinde mevcut siyasi iktidarın faktörü önemlidir. Fizibilite aşamasında Çevre Etki Değerlendirmesi(ÇED) raporlarının düzenlenmesine; inşaat aşamasından işletilmesine kadar HES’ler piyasacı koşullara sırt yaslayan yasal düzenlemelerle desteklenmektedir. En basitinden ÇED yönetmeliği yayımlandığı tarihten bugüne birçok kez sermayenin talepleri doğrultusunda değiştirilmiştir. Her değişim beraberinde ÇED raporlarını bürokratik bir zorunluluğa indirgemiş, yukarıda bahsettiğim onca talana rağmen neredeyse olumsuz ÇED raporu tanzim edilmemiştir. Ayrıca en basit denetim mekanizmalarının dahi işletilemediği Türkiye’de firmaların, tabiri caizse, nasıl at koşturduğunu bir düşünün.
Ardından HES ihalelerine giren firmalara bir bakın. Hepsi devasa holdingler. Yani bir ülkenin enerji ihtiyacını karşılamak gibi toplumsal görev benimseyen kamusal gruplar değil, tamamen kar hırsına bağlı kuruluşlar olduğunu göreceksiniz.
Devam edecek…