Geçtiğimiz hafta Danıştay, inşası tamamlanırsa Hasankeyf ile birlikte Dicle Vadisi’nde bulunan yaklaşık 200 köy ve kasabayı sular altında bırakacak olan Ilısu Barajı’nı Çevre Etki Değerlendirmesi (ÇED) sürecinden muaf tutan genelge maddesinin yürürlüğünü durdurma kararı verdi. Böyle bir muafiyet mi vardı diye şaşıranlar olacaktır. Evet, 100 bine yakın insanı doğrudan ya da dolaylı etkileyecek, hacim bakımından Türkiye’nin ikincisi, elektrik üretiminde ise dördüncüsü olacak ve Hasankeyf gibi doğa-kültür miraslarını geri dönüşü olmaz biçimde yok edecek dev bir baraj bile ÇED’den muaf tutulabiliyor. Aslında bu durum 1993 ÇED Yönetmeliği’nden bu yana devam ediyor. 1993’ten önce yatırım programına alındığı gerekçesiyle, Ilısu projesi ÇED’den muaf sayılmıştı. Hatta 2011’de bu muafiyete yapılan itiraz Danıştay’ca kabul edilmiş, ama Çevre ve Orman Bakanlığı zaman kaybetmeden ÇED Yönetmeliği’nde değişiklik yapıp projeyi ÇED’den muaf tutmanın yolunu bulmuştu. Bu yetmedi; Başbakanlık, 4 Nisan 2012 tarihli bir genelgeyle Ilısu projesinin tüm altyapı ve üstyapı inşaatlarının da ÇED’den muaf tutulmasını garanti altına aldı. İşte geçen hafta yürütülmesi durdurulan maddenin tarihsel arka planı buydu.
Bu durumda, Başbakanlık’tan bir itiraz gelmezse Ilısu Barajı için de ÇED raporu almak şart olacak. Bu karar umut verici olsa da Hasankeyf ve Dicle Vadisi’nin kurtuluşu ne tek bir mahkeme kararıyla, ne de salt yasal bir mücadeleyle gerçekleşecek gibi görünüyor. Bunların yanında toplumsal bir muhalefet de gerek. Ilısu projesi, 1997’dan bu yana önce 2001, sonra da 2009’da olmak üzere iki kez rafa kaldırıldı. Bu başarı, bölgedeki meslek örgütleri, yerel yönetimler ve STK’ların projeye karşı kurdukları uluslararası sivil bir koalisyonuna aittir. Tabii uluslararası konsorsiyumlar projeden çekilince, barajla ilgili tüm kararlar da devletin insafına bırakılmış oldu. Tek karar verici aktörün devlet olduğu bir siyasi iklimde ise yasalar yapboz misali değiştiriliyor veya farklı isimlerle tekrar karşımıza çıkıyor.
Davalar gidedursun, milli seferberlik ruhuyla inşası devam eden projenin önemli bir bölümü tamamlandı. Hasankeyfliler, her sabah Dicle’nin kenarında sıralanmış bahçeli evlerinden karşı tarafta çıplak bozkırın ortasında dev bir mezarlığı andıran yeni yerleşkelerinin inşaatına bakarak uyanıyor. Unutmadan belirtelim, çok katlı binalardan oluşan bu yeni yerleşkede bir daire sahibi olmak öyle bedava da değil. Yeni bir eve sahip olabilmek için eskilerinin bedelinin üç katı parayı devlete 10 sene içinde ödemeleri gerekecek. Yani hem yerinden yurdundan olup hem de devlete borçlanacaklar. Geçimlik tarım, hayvancılık ve turizm ile uğraşan bu insanların yeni şartlar altında geçimlerini neyle sağlayacakları da belli değil. Zaten yarım asırdır süren baraj söylentileri kentin nüfusunu iyice azaltmış. Kalan sağların yeni evlerinin manzarası ise sular altında kalmış bir Hasankeyf olacak. Tabii bu hikayeyi iki yüzle çarpmak gerekiyor. Zira Hasankeyf sular altında kalacak yüzlerce yerden sadece biri.
Umalım ki ekolojik krizlerden uluslararası ihtilaflara varan bir dizi sorun yaratan GAP’ın entegre projelerinden biri olan Ilısu, ÇED’den muaf tutulmasın. Bu gerçekleşirse de umalım ki, projenin alacağı ÇED raporu “kopyala-yapıştır” raporlardan biri olmasın. Çünkü bir doğa-kültür mirası olan Hasankeyf’in geleceği sadece Hasankeyflileri değil, tüm insanlık ailesini, diğer canlıları ve gelecek kuşakları da ilgilendiriyor.
Akgün İlhan
Kaynak: marksist.org, 17 Ocak 2013