Geçtiğimiz pazar pek çok İstanbul sakini gibi ben de Gezi Parkı’na gittim. Evden çıkmadan önce çığırından çıkmış polis şiddetinin saldığı onca gazın ve tazyikli suyun harabeye dönüştürdüğü bir parkla karşılaşmayı bekliyordum. Ancak tam tersi oldu. Gezi Parkı tarihinde rastlanmamış bir bakımlılıkta ziyaretçilerini bekliyordu. Gençler ellerinde plastik eldivenleri ve çöp torbalarıyla etrafı temizliyor, kimisi hızını alamamış parkın çimenleri üzerinde yenmiş çekirdek kabuklarını teker teker topluyordu. Sadece park değil, Taksim Meydanı ve İstiklal Caddesi’ni de hiç bu kadar temiz görmemiştim. İstanbul görülmemiş bir bayram temizliğinden nasibini almıştı.
Aklıma parkın son haftalarda kaderine terkedilmiş görüntüsü, banklarında sabahlayan evsizler ve bir bölümünü işgal ederken bütün gün pinekleyen o polis grubu geldi. O acınası görüntüden eser kalmamış, park yeniden canlanmıştı. Etrafta ne bir polis, ne de devlet otoritesini temsil eden herhangi bir görevli vardı. Orada sadece halk vardı. Şiddet yoktu, anlayış vardı. Rekabet değil, dayanışma vardı. Hiyerarşi değil, eşitlik vardı. Bürokrasi değil, doğrudan karar alıp uygulama vardı. O nedenle bir daha iflah olmaz denilen park ve meydan kısacık bir sürede imece usulu pırıl pırıl temizlenmişti. Herşey tıkır tıkır işliyordu. Halkın uzmanlara ihtiyacı yoktu. Herkes başka birşeyin uzmanıydı. Bilgi paylaşılıyor, paylaşıldıkça büyüyordu. Herkes kendi kucaklayıcı gücünün, ezici devlet gücünden üstün olduğunu anlıyordu. Halk kendine dayatılan toplum rolüne hayır demiş, kendi gerçekliğini oluşturmaya başlamıştı.
Yayalaştırma projesi aslında Taksim ve civarını asilleştirme ve köklü protest kültüründen arındırma projesiydi. Başbakanın bir hayali vardı; kendi İstanbul’unu yaratmak. Bu İstanbul’a öyle ipini kıran bitli turist gelip de doğru düzgün para harcamadan geri dönemezdi. Heryer AVM’lerle dolmalı, zengin turistler dövizleri burada bırakmalıydı. Bu İstanbul’da yoksullar ortalıkta dolaşıp, görüntü kirliliği yaratamazlardı. Başbakanın bir hayali vardı; kendi ülkesini yaratmak. Bu öyle bir ülkeydi ki akarsularının yüzde yüzü binlerce baraj ve HES’le kullanılıyor, heryanında termik ve nükleer santraller kuruluyor ama o enerjiye bir türlü doyamıyordu. Bu ülkenin toprağının sadece yüzde dördünü oluşturan doğa koruma alanları bile kullanılmalı, işletilmeli ve para üretmeliydi. Başbakanın bir hayali vardı; sözünü dinleyen akademisyenler, mühendisler, mimarlar ve avukatlardan oluşan bir beyaz yakalılar ordusu yaratmak. O isterse İstanbul’a yapılması planlanan Üçüncü Havalimanı’nın günlük yolcu kapasitesini yetersiz bulup 100 binden 120 bine çıkartır, Artvin’deki Yusufeli barajının temel atma töreninde projenin tamamlanması için belirlenen 7 yılı, 6 yıla indirirdi. Başbakanın bir hayali vardı; kendi ideal toplumunu yaratmak. Bu öyle bir toplumdu ki günlük hayatın gidişatını bile başbakanının şefkatli ellerine bırakırdı. Bu toplum en az üç çocuk yapan, başbakanı “milli içeceğimiz ayrandır” dediğinde rakıdan şıp diye vazgeçen, bir gecede kendisine danışılmadan kabul edilen içki satış yasağını sorgulamadan kabul eden bir biat toplumuydu.
Ama tüm bunlar başbakanın hayaliydi, milletin değil. Halk “uyan” dedi rüyadan. Taksim Yayalaştırma projesinin sadece Taksimi ve Gezi Parkı’nı ilgilendirmediğini, yapılan her türlü dayatma projesinin bir temsili olduğunu biliyordu. Bu nedenle günlerdir sokaktaki şiddete göğüs geriyor, parkınkiyle birlikte kendi kaderini de değiştirmeye cesaret ediyordu.
Bu direnişle millet başbakana şunu dedi: Gerçekle yüzleşmeye cesaret edersen tüm çeşitliliğiyle ve zenginliğiyle rengarenk bir gerçeğin, en mükemmel siyah-beyaz hayallerden çok daha güzel olduğunu göreceksin.
Halkın iradesinin güzelliği parka yansımıştı. O pazar günü Gezi Parkı hiç olmadığı kadar güzeldi.
Akgün İlhan marksist.org