Türkiye’nin Baraj ve HES Politikaları Bağlamında Güvenlik Barajları

baraj-mayin_665Türkiye Cumhuriyeti devletinin beş yıldan bu yana ‘güvenlik’ amacıyla Irak sınırında barajlar inşa etmesi ve bu projeleri son aylarda tekrar hızlandırmasıyla barajların güvenlik ve siyasi boyutu daha da tartışılır hale gelmektedir.

Ercan Ayboğa
Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi, www.hasankeyfgirisimi.org
Eylül 2013

Kürtlerin yoğun yaşadığı bir bölge olan Dersim’de 90’lı yılların sonunda planlanan ve inşa edilen pek çok tartışmalı baraj ve HES sonucu, Türkiye Cumhuriyeti’nde barajların Kürtlere ve diğer etnik topluluklara karşı silah olarak kullanılması gündeme gelmeye başladı. Özellikle Dersim’de inşa edilen baraj ve HES projelerine karşı öne çıkan eleştiri, barajların sosyal-ekonomik amaçtan ziyade Kürtleri zorla göç ettirip kendi kültürlerinden uzaklaştırmak ve asimilasyona tabi tutmak ve böylece bölgenin isyancı özelliğini tamamen ortadan kaldırmaktı. GAP Projesi (Güneydoğu Anadolu Projesi) çerçevesinde 1980’lı yıllardan beri kurulan barajlar da bu çerçevede kısmen eleştirel şekilde tartışılıyordu, ancak GAP projesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin Ortadoğu politikaları ve diğer boyutlar daha ön plandadır. 2008 yılında Türk Hühümeti tarafından ihaleye açılan ve Irak Cumhuriyeti sınırına yakın yerlerde kurulması amaçlanan 11 ‘güvenlik barajı’ sonucu Dersim’e dair var olan bu algı diğer Kürtler ve Türkiye’deki diğer muhalif kesimler tarafından daha fazla dile getirilmeye başlandı. 2013 ilkbaharında yeni bir siyasal süreç kapsamında PKK’nim ateşkes ilan edip gerillalarını Türkiye sınırlarının dışına geri çekmeye başlaması, buna karşılık bu ‘güvenlik barajları’nın bir zorunlu inşaat arasından sonra devlet tarafından tekrar hızlandırılması, Kürtlerin çoğu arasında büyük kaygı yaratmakta ve protestolara neden olmaktadır.

Bu ‘güvenlik barajları’nın ne olduğunu bu araştırmada genişçe ele almaya çalışacağız. Fakat ondan önce genel olarak barajların (HES’ler buna dâhil) daha iyi anlaşılması için son yıllarda Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde neden bu kadar çok baraj kurulduğunu analiz edeceğiz.

 

Giriş

Türkiye Cumhuriyeti devleti 90’lı yılların sonundan bugüne, nehir ve dereler üzerinde kurduğu barajlardan dolayı gittikçe artan bir boyutla, en başta bu projelerden etkilenenler olmak üzere birçok kesim tarafından eleştirilmektedir. Bunun nedeni açıktır; bu projeler genellikle yereldeki insanlara büyük sosyal ve ekolojik zararlar ve sadece bazı durumlarda sınırlı fayda getirirken, devlete ve projede yer alan şirketlere ekonomik ve siyasi kâr sağlamaktadır. Devlet tarafından tanımı yapılan ‘kalkınma’ adına ve ‘ulusun’ ilerlemesi uğruna yerel topluluklara ve halklara göç ettirme, topraklarını terk etme ve öngörülen düşük tazminat bedelini kabul etme dayatılmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti temelden sorunlu, anti-sosyal ve anti-ekolojik enerji, tarım ve kalkınma politikaları ve ciddi bir demokrasi yoksunluğundan dolayı bugünlere kadar kurduğu 1500 civarında barajla (bu sayıya Hidroelektrik Santralı (HES) olarak tanımlanan yapılar da dahil; genel olarak bu raporda baraj tanımıyla HES’ler de dahil edilmektedir) en az 400 bin insanı doğrudan göç ettirdi1 ve bir o kadarının daha yaşam kaynaklarını elinden aldı. İkinci gruba tarım alanları kısmen elinden alınanlar, topraksız köylüler ve HES’ler sonucu kurutulan akarsu yataklarına bitişik bölgelerde yaşayan insanlar dahildir. Planlanan en az 2000 bin baraj ve HES projesiyle2 yarım ile bir milyon kadar insanın daha doğrudan etkilenmesi beklenmektedir. Belirtilen bu sayılara Suriye, Irak ve Gürcistan devletleri sınırları içinde yaşayan insanlar dahil değildir ki bununla birlikte rakamın bir kaç milyonu bulacağı tahmin edilmektedir. Çünkü Dicle, Fırat ve Çoruh gibi uluslararası akarsular üzerinde kurulan barajların bu akış aşağı devletlerde de ciddi olumsuz sonuçlara neden olmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti 2000’li yılların ortalarına kadar barajlardan etkilenen insanlarla proje öncesi hiç bir diyalog kurmayıp karar sürecine dahil etmezken, ancak baraj inşaat projesi başladıktan sonra tapusu olan yapı ve topraklara yasal açıdan mecburi kaldığı tazminat bedeli ödemekteydi ki bu bedeller de genellikle yetersizdi. Devlet halkça gösterilen tepki durumunda doğrudan silahlı güçlerini de bazı durumlarda kullanabiliyordu. Yine birçok defa, göç edecek insanlara baraj gölü suyunun tutulması aşamasında bazen haber bile vermiyordu ve insanlar eşyalarını bile alamadan kaçmak zorunda kalıyordu3. Kısacası devlet çok baskıcı şekilde hareket ediyordu. Çatışmalı bölgelerde, yani Kürt illerinin çoğunda, bu baskı çok aşırı boyutlar alabiliyordu.

1997 yılında yapılan bir yasa değişikliğiyle bir Çevre Etkilendirme Değerlendirme (ÇED) süreci ve bunun sonucunda bir rapor gerekli oldu; ancak sadece 1993 sonrası kararlaştırılan projeler için4. ÇED yasasının çok eksiklikleri olmasına (etkilenenlerin kesin karar alınması öncesi proje hakkında görüş belirtememesi ve karara etkide bulunamamaları) ve uluslararası standartları yerine fazla getirmemesine rağmen, nispeten olumlu olan bu yasa eksikleriyle bile ciddi bir şekilde uygulanmamaktadır. ÇED süreci çoğu zaman yasaların açıkça çiğnenmesi, mahkeme kararların uygulanmaması, hile, tehdit ile kurum, STK ve insanların satın alınmasıyla uygulanmaktadır. Baraj inşaatı aşamasına geçilince tepkiler devam edince etkilenenler ve diğer eleştirmenlere yönelik bu uygulamalar ve başka baskılar artmaktadır. Kısacası ÇED cüzi iyileştirme sağlamaktadır, bundan dolayı da göstermelik ve görüntüyü kurtarmaktan ibarettir.

Türkiye Cumhuriyeti’nde 90’li yılların sonunda barajlar açıkça eleştiri konusu olmaya başladı. 2000 yılında üç bölgede kampanyalar yürütülmeye başlandı, bunların hedefinde sosyal, kültürel ve ekolojik açıdan yıkım getiren ve yerel halka yararı olmayan Ilısu (Mardin), Yusufeli (Artvin) ve Munzur (Dersim) barajları vardı. 2002 yılından itibaren Allianoi’u 2011 yılında su altında bırakan Yortanlı barajı bu tartışmalı projelere eklendi. Bir süre bu dört baraj gündemin merkezindeyken, 2007-2008’de durum değişti ve protestolar yaygın şekilde her yerde gelişmeye başladı. Bunun nedeni açık, 2005-2007 yıllarında özelleştirme politikası çerçevesinde çok sayıda akarsuyun HES yapımları için şirketlere satılmasında ve çok sayıda barajın projelendirilip şirketlere ihale yoluyla verilmesinde yatmaktadır. Projelerin etkilenenlere danışılmadan ve rant mantığıyla acele uygulanmak istenmesi Türkiye’nin her ücra vadisinde halkları, yıkım getiren projelere karşı örgütlemeye başladı. Bugün Türkiye’nin onlarca bölgesinde değişik boyutlarda protestolar olmaktadır. Birçok yerde tüm etkilenenler, bir ilçenin veya ilin tümü baraj projesine karşı çıkmaktadır. Yereldeki direnişin yanında bölgesel ve ülke çapında baraj mağduru hareketler bir araya gelmeye çalışmaktadırlar. Ortak şekilde açıklamalar, İstanbul ve Ankara’da yürüyüşler ve ortak eylem günleri gerçekleştirilmiştir. Kalıcı ve kapsayıcı ortak bir ağın oluşturulmasında fazla başarılı olunmasa da birçok hareketin birbiriyle iletişimi ve dayanışması devam etmektedir.

Tüm bu geniş ve uzun süreli karşı çıkışları devlet yetkilileri dinlememekte, itirazları samimi şekilde ele almamakta ve ısrarla projeleri uygulamaya çalışmaktadır. Birkaç istisna dışında bugüne kadar hiç bir baraj projesi yapılan eleştiriler sonucu hükümetin aldığı bir kararla iptal edilmedi. Ancak yerelde fiili direnişlerden ve buna dayanan mahkeme kararlarından5 dolayı toplam bir baraj ve beş küçük HES projesi tamamen durdurulmuştur.

 

Raporun tümünü okumak için lütfen tıklayınız