Bu Yaylalar Kimin?

bu-yaylalar-kiminKaynak: Biamag, Umut Kocagöz, Özlem Işıl, 11 Ocak 2014
Kentte yaşıyorduk ve daha önce hiç yaylaya çıkmamıştık. En çok, Doğu Karadeniz yaylalarına ait inanılmaz resimler görmüş, bölgede çekilen birkaç film izlemiştik. Herkesin kafasında Karadeniz yaylalarına dair bir imge vardır; yeşilin en güzel tonları, otantik evler, büyük çam ormanları, bulut denizleri… Akıntıya Karşı belgeselinin çekimleri için ikinci defa gittiğimiz Karadeniz’de, bu romantik cennet imgesinin peşine düşerek biraz soluklanmak istedik.

Yaylaya çıktığımız zaman, burada var olan zaman ve mekânın başka bir gezegene ait olduğunu hissettik. Sonuçta, bulutlara yakın, kentten uzaktık. Ama, temiz havayı içimize çekerken, güneşe yakından bakarken, yalnızca bir “doğal güzelliğe” bakmadığımızı fark ettik. Yaylalar, dereler ile vadilere, vadiler de yine dereler ile denize bağlanıyordu. Hidroelektirk santral (HES) karşıtı mücadeleyi anlamak için çıktığımız yolda, daha geniş bir toplumsal ilişkiler ağının oluşturduğu zaman ve mekân içinde bulmuştuk kendimizi. Burada hayat bizim bildiğimizden bir hayli farklıydı. Birçok açıdan…

Belgeselin Borçka-Karagöl bölümünde konuşan Hasan Yavuz’dan dinlediğimiz bir hikaye böylelikle daha da belirginleşiyordu. Yavuz, bölgede yaşayan insanların kendi aralarında yüzyıllardan beri var olan ve süregelen bir hukuklarının olduğunu, bu hukukun da var olan yasalardan ve devlet zorundan görece özerk olduğunu anlatıyordu. Belki de ancak bu şekilde bu bölgede yaşam (ekolojik-toplumsal yaşam) korunabiliyor, devam edebiliyordu. Bu durum elbette kentte yaşayan, her gün kent yaşamının şiddetine, zoruna, mülkiyet ilişkilerine maruz kalan bizler için çok anlaşılabilir bir şey değildi.

Bu yolculuktan iki yıl sonra, Gezi direnişinin ertesinde Pokut yaylasında dostlarımızın “evini kapatıp” yayladan köye göç zamanını gördükten sonra, Gezi’nin de verdiği ilhamla bu hikayenin ne anlama geldiğini çok daha iyi hissediyoruz. (1) Gezi direnişinde ortaya çıkan mülkiyet krizi, bugün derelerden sonra yaylalar için de geçerli hale geldi. Sahi, o evin anahtarı kime aitti? Gezi Parkı’nın anahtarını büyük bir direniş ile elimize aldık; peki yaylaların, derelerin, ormanların anahtarı kime aitti?

Dönüşen mülkiyet ilişkileri

Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın 2013 yılında yayınladığı “Yaylacılık Yönetmeliği”ne dayanarak Toros Dağları’nda yapılan bir araştırmaya göre binlerce yayla evi “kaçak” konumuna düşürülüyor ve bu evler “devlet malı” ilan ediliyor. Aslında bu durumun yalnızca yayla evleriyle sınırlı olmadığını söylememiz gerekir. Burada devletin izlediği strateji, bir bütün olarak yaylaları mülkiyetlendirerek bu bölgede yapılacak çalışmaların önünü açmak, ve genel bağlamda mülkiyet ilişkilerine tabi olmayan (yani müşterek olan) ilişkilerin çözülmesini hızlandırmak.

Uzun zamandır verili olarak kabul edilen ve “kamuya ait” olduğu düşünülen mekanlar bugün için devlet kontrolü/teşviki ile mülkiyetlendiriliyor. Başka bir deyişle, bu alanların çeşitli dönüşüm projeleri ile çitlendiğini, iktisadi bir değer kazandığını, bu değere bağlı olarak da belirli mülkiyet ilişkileri düzleminde kodlandığını görüyoruz. Parklar, ormanlar, dereler, meralar, yaylalar, denizler vb. mülkiyeti herkese ait olan ve bu nedenle de kimseye ait olmayan “müşterekler” belirli bir mülkiyet rejimi içinde kodlanıyor. (2)

Bu müşterekler çevresinde örülen toplumsal yaşam, kendi iç hukukunu, yaşam tarzını, felsefesini, ekolojik algısını, kültürünü de içine alan bir yaşam alanı pratiğini ifade ettiği için kırsal dönüşümün en başta bu pratiği tahrip ettiğini hatırlamamız gerekir.

Yaylalar devletin mi?

Bir ülkede yaşayan bütün insanlar, o ülkenin yasalarca belirlenmiş kurallarına ve normlarına tabi olmak zorunda. Oysa, her türlü eleştirel mesafeyi saklı tutarak söyleyecek olursak, devletin hukuku dışında yaşanan farklı toplumsal hukuklar vardır ve bu hukuk, var olan müştereğin nasıl kullanılacağı ile ilgilidir. Derelerin, yaylaların, meraların mülkiyeti değil, ancak bir kullanım hakkı olabilir. Örneğin, Karadeniz bölgesinde (ve başka bölgelerde de) ormanların kullanımı çeşitli aileler arasında bölünüp yaşam bu ailelerin kendi aralarındaki ilişkiye göre düzenleniyor.

Elbette bu durum devletin yasal zoru ve denetimi altında gerçekleşip, ancak devletin bu denetimi sürdürülebilir kılmasının bir koşulu olarak ortaya çıkıyor. Başka bir deyişle, bu durum devlet ile bölgede yaşayan topluluk arasındaki bir çeşit uzlaşma/yönetim ilişkisine bağlı olarak düzenleniyor.

Devlet, yalnızca kendine ait olduğunu iddia ettiği bir mülkiyet ilişkisinin kullanım biçimini, sadece kendi rızası ile bu şekilde düzenler miydi? Bugün için bu soruya olumlu bir cevap vermek çok zor. Devletin yönetim zihniyeti şirketleşmeye doğru dönüştükçe verili ilişki biçimleri çözülüyor, var olan “uzlaşma” bozulduğundan direniş kaçınılmaz hale geliyor ve müşterekleri bir mücadele alanı olarak yeniden kuruyor.

Yaylaların mülkiyetlendirilerek çitlenmesi süreci HES projeleri yoluyla derelerin çitlenmesinden farklı değil. Çünkü, yaylalar da belirli bir toplumsal, kültürel ve iktisadi ilişkiyi ifade ediyor ve bu ilişki de yüzyıllardır süregelen, yaylaların kullanımına dayanan bir ilişkiden kaynaklanıyor. Bu açıdan bakıldığında, kullanım hakkı meselesini salt bir mülkiyet biçimi olarak değil, canlı bir emek süreci olarak görmek gerekir. Bu emek sürecinin içinde, devletin ve kapitalist kapma aygıtının kapsam alanı içine girmeyen, kendi kültürel-toplumsal ilişkilerini, kendi yaşam biçimlerini oluşturmuş toplulukların yüzyıllardır var olan canlı emeği yatıyor. Bu açıdan, yaylalar, aynı dereler gibi, toplumsal müştereklerdir ve kimseye ait değildir ve buradan doğan kullanım hakkı hiç bir mülkiyet rejimi ile sınırlandırılamaz.

Bu noktaya dair olası iki itirazdan ve sonuçtan da bahsedelim. İlki, yaylacılığın uzun zamandır “eskisi gibi” yapılmadığına dair bir görüş olabilir. Uzun yıllardır var olan tarım ve hayvancılık politikaları yeni bir proleterleşme dalgasının önünü açtı ve çiftçilik ile hayvancılık yapan insanların köyleri (dolayısıyla yaylaları, vadileri, bir yaşam formunu) terk etmesine sebep oldu.

İkincisi, bölgede var olan bu dönüşümün bölgenin “kalkınması” yönünde bir adım olduğuna yönelik olabilir. Aksine, bizim gördüğümüz durum, bölgenin “kalkınmasından” ziyade tahrip edilmesi, boşaltılması ve insansızlaştırılması yönünde olduğu. Yakın zamanda gündeme gelen ve yaylaları tepeden bağlayacak olduğu söylenen “yeşil yol projesi” de bu minvalde değerlendirilebilir. Yaylaların mülkiyetlendirilmesi, yeşil yol projesi, maden projeleri beraber düşünüldüğü zaman aslında resim tamamlanıyor. Bir yandan devlet, kendi iktisadi-siyasi hukukunun dışında bir alan bırakmak istemiyor, bir yandan da kendi neoliberal yönetim zihniyeti çerçevesinde her alanı paranın egemenliği kapsamında değerlendirmek istiyor.

Sonsöz

Yaylalara dair bir çeşit romantizme kapılmak istemiyoruz. Şantiye alanına çevrilmiş kent yaşamının yanında muhteşem güzelliğe sahip yaylalar, elbette ki yaşama gücünü arttıran mekanlar olarak bütün canlıların ortak varlığıdır. Yaylaların devlet tarafından mülkiyetlendirilmesi meselesine karşı çıkmanın bir anlamı da, kentlerde yaşadığımız dönüşüm süreçlerinin benzer bir zihniyetle, paranın egemenliğinin yaşamın her alanında tesis edilmesi ve tek tipleştirici ve merkezi bir yaşam biçiminin egemen hale gelmesinin bir benzeri olduğu söylenebilir. Bu açıdan, toplumsal müşterek olarak yaylalar, kentsel müştereklerin ve kent hakkının başka bir tezahürü olarak düşünülmek zorundadır.

Yaylaların evinin anahtarı, o yaylayı yüzyıllardır kullanan ve yaşatan insanlardadır. Yalnızca bu, yaylaların herkes tarafından kullanılabilir olmasının toplumsal garantisidir. (UK/ÖI/NV)

(1) Bu yazıyı Pokut, Gito ve Heba yaylasının güzel insanlarına ve geçtiğimiz bahar kaybettiğimiz Hasan Yavuz’a bir teşekkür olarak kaleme alıyoruz. Onlar olmasaydı, böyle bir öğrenme süreci de mümkün olmayacaktı.

(2) Kentsel-kırsal dönüşüm projeleri ile birlikte açıkça gündeme gelen “müştereklerin çitlenmesi” tartışmaları bugün içinde bulunduğumuz durumu anlamamız için önemli bir kavramsal araç olarak düşünülebilir. Devlet/kamu ve özel ayrımı arasında sıkıştırılmaya çalışılan bir tartışma, bugünkü dönüşüm sürecini anlamamız noktasında çok işlevli görünmüyor. Tıpkı Gezi Parkında; devlete ait gibi görünen, fakat devletin tek başına yönetme hakkına sahip olmadığı, ve bu nedenle de sık sık “kamu” veya “kamu çıkarı” ile karşı karşıya geldiği durumda olduğu gibi.