Bıyıklara veda

akgunilhanYolsuzlukların ayyuka çıktığı Türkiye’de gündemi takip etmekten yorulup serseme dönen zihinlerimiz, yine Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu “esprili” açıklamalarıyla bir nebze serinledi(!) Malumunuz kuraklık tüm ülkeyi esir aldı. Mesele hepimizi ilgilendirdiği için de basın mensupları Bakan Eroğlu’nu her gördükleri yerde sıkıştırıp, aynı soruları soruyor. “Kuraklık için ne önlemler alındı?” dediklerinde Eroğlu “meslek sırrı” deyip soruları savuşturuyor. Gazeteciler “su kesintisi olacak mı?” diyecek olurlarsa, “2071’e kadar yetecek suyumuz var” deniliyor. Makul bir cevap alamayan basın mensuplarının soruları ve kuraklık tam gaz devam ederken, Bakan’ın tuhaf açıklamaları da evlere şenlik çeşitleniyor. 27 Şubat 2014 tarihinde basına yansıyan son beyanında Eroğlu “İstanbul’da su kesilirse bıyıklarımı keserim” dedi. İlginçtir, tam da bu haberi aldığımızda ailecek evdeydik ve mutfaktan babamın “sular kesilmiş” diyen sesini işittik. Bu, eski bir anlayışın (paradigmanın) iflası ve İlahi adaletin ta kendisidir!

Daha çok baraj, daha çok hidrolik yapı!

Bakan Eroğlu bundan önceki kuraklık açıklamalarında da on barajdan gelen suyla beslenen İstanbul’a üç baraj daha inşa edeceklerini ve 185 km ötedeki Melen Barajı’ndan İstanbul’a gelen isale hattına bir tane daha ekleyeceklerini söylemişti. Belli ki hükümet yetkililerinin zihinlerdeki kuraklık, fiziki kuraklıktan daha beter boyuttaydı. Sanki kuraklık bütün ülkeyi etkilemiyor da Melen Barajı’na yağış düşüyormuş ve yeni yapılacak üç baraj gaipten gelecek bir yağmurla dolacakmış gibi verilen bu beyanların başka bir açıklaması olamazdı.

Hidrolik paradigma, hükümetler ötesi bir anlayıştır

Peki bir türlü dinmeyen bu baraj yapma sevdası mevcut yönetime has bir reçete mi? Elbette hayır. Bu sevdanın geçmişi Devlet Su İşleri’nin (DSİ) kurulduğu yıllar olan 1950’lere kadar uzanır. O dönemde “barajlar kralı” Süleyman Demirel’in genel müdürlüğünü yaptığı DSİ, sadece Türkiye’de değil, daha pek çok ülkede su politikalarının şekillenmesinde temel alınmış bir yaklaşım olan “hidrolik paradigmayı” benimsemiş ve bugünlere kadar uygulamıştır. Kişi başına düşen baraj sayısında Avrupa ikincisi olan Türkiye, namını işte bu anlayışa borçludur.

Hidrolik paradigma nedir? Teknik bilgiyi tek bilgi kaynağı olarak gören ve suyu aktığı nehrinden, geçtiği toprağından, hayat verdiği canlılardan ve şekillendirdiği yerel kültürlerden ayrı bir varlık olarak değerlendiren bir anlayıştır bu. Dolayısıyla bu anlayışa göre İstanbul’un iki şehir ötesinde bulunan Düzce ilindeki Melen Çayı ile İstanbul’daki İstinye Deresi arasında bir fark yoktur. İki akarsuyun da içinden su denilen kültürel ve ekolojik bir varlık değil de, H2O denilen bir ekonomik kaynak akmaktadır. Ve bu kaynak, parasını kim öderse onun olmakta, parasını ödeyemeyenin tıpkı Düzce halkına yapıldığı gibi elinden alınmaktadır. Bu anlayışın bir başka yönü de kuraklık gibi çok boyutlu ve karmaşık sosyal-ekolojik sorunlara, baraj ve su aktarımı gibi teknik çözümler önermekten öteye gidememesi ve mühendislik bilimleriyle sınırlı uzman bilgisine endeksli olmasıdır. Oysa kuraklık fiziksel olduğu kadar, sosyal da bir olgudur. Hidrolik paradigma aynı zamanda “devlet yönetimciliğini” de temsil eder. Yani Melen’in suyu Düzce halkının falan değil, düpedüz devletindir. Devlete düşen de suya el koyup, onu parası olana satmaktır.

Eroğlu nereye koşuyor?

Çok değil, bundan yaklaşık iki sene önce “hidrolik paradigmanın” ne olduğunu adeta karikatürize eden bir devlet töreni yaşanmıştı. Dünyanın altıncı, Türkiye’nin ise en yüksek barajı olan Deriner Barajı 12.12.12 tarihinde büyük bir törenle Başbakan Erdoğan tarafından hizmete açılıyordu. Başbakan Erdoğan, “toprakların o çatlak dudaklarına su veriyoruz” diyerek başladığı konuşmasında, doğa ananın hatasını olan kuraklığın sonunu getirdiklerini müjdeliyordu. Bir an geldi Başbakan Erdoğan konuşmasını kesti. Tribünlerden kendisini seyretmekte olan Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nu el hareketiyle yanına çağırdı. Apar topar koşarken ceketinin düğmelerini iliklemeye çalışan Eroğlu şaşkınlık içinde kürsüye gitti. Eroğlu ile Erdoğan arasında kameraların göstermediği ve duyamadığımız kısa bir konuşma geçti. Tüm Türkiye televizyon başında nefesini tutmuş neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Üstelik ne Eroğlu’nun, ne de diğer bakanların olup bitenden haberi vardı. Eroğlu koltuğuna geri döndükten birkaç dakika sonra Başbakan Erdoğan neler olup bittiğini özetledi. Kendisinin aklına Deriner Barajı ile birlikte açılışı yapılan 112 tesisten biri olan Yozgat’taki Musabeyli Barajı’nın adını, TBMM başkanı ve Yozgat milletvekili Cemil Çiçek’e ithafen “Cemil Çiçek Barajı” olarak değiştirmek gelmişti. O coşkuyla törenin bitmesini bekleyememiş, önce Bakan Eroğlu’na sonra da halkına müjdeyi vermişti. Barajın adından tutun da, kim tarafından nereye yapılıp, inşaatının ne zaman biteceğine kadar her kararın nasıl alındığı böylece ortaya çıkıyordu. Eroğlu apar topar kürsüye doğru koşarken, her kararın tek merciden alındığı ve uygulandığı devlet yönetimciliğinin suya yansıması olan hidrolik paradigmaya doğru ilerliyordu.

Vakit, bıyıklara veda vaktidir…

Dünyanın gelişmiş ülkelerinde sebep olduğu ekolojik ve sosyal yıkımlar nedeniyle ortaya çıkan muhalif hareketlerin sonucu terk edilmekte olan hidrolik paradigma, Türkiye’de altın çağını yaşıyor. Ancak kuraklık şiddetleniyor. Yağış olmayıp, su akmayınca baraj ve irsaliye hattı kurma ve havzalar arası su aktarma gibi hidrolik projelerin de hükmü kalmıyor. Dolayısıyla bu işe yaramaz projeleri yaratan hidrolik paradigmanın da bir hükmü ortadan kalkıyor. Vakit bu anlayışa veda etme vaktidir. Bu durumda Eroğlu’na da söyleyecek tek bir sözümüz kalıyor. Halkınızdan ve hepimizin geleceğinden daha büyük önem atfettiğiniz o pek kıymetli bıyıklarınıza da veda etme vaktidir. Siz de takdir edersiniz ki, bakan olmak bazen büyük fedakârlıklar gerektirir. Ama eminiz siz buna da esprili bir yaklaşımla “her işte bir hayır vardır, yazın ferahça gezerim hiç olmazsa” dersiniz.

Akgün İlhan

(www.marksist.org)