Kaynak: Defne Koryürek, Taraf, 23 Ağustos 2015
Şimdi.. Memleketin can yakan gündemine, yitip giden canlara, hoyratça, küstahça yüceltilen ölümlere paralel (gerçi bu kelime de sıkı bir işgalin altında ama) giden bir dolu meselemiz var ki, Semistal gibi, Kuzey Ormanları gibi, yaklaşan balık sezonu ve sucul kaynakların akıbeti ve olsun olsun 35 yıllık bir ömrü kaldığı gibi insan türünün bu gezegenin üzerinde… hiç değilse birini, Kurbağalıdere’yi kısacık da olsa taşımak istiyorum, masanıza:
Malum, Kurbağalıdere sağlıklı bir su yolu değil. 1947’den bu yana ıslah edilmesi konuşuluyor, projelendiriliyor… En son çalışmaysa 2012’de başladı ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Altyapı Hizmetleri Müdürlüğü’nce yürütülüyor. Ben bu projeyi anlamak için epey uğraştım. Anladığım kadarı ile yeni kanalizasyon sistemini yapabilmek için eski kanalizasyon borularını kırmışlar ve hâliyle proje başından bu yana, yani üç yıldır o borulardan geçen tüm atık su Kurbağalıdere’ye dökülüyor. Uzmanlar projenin en önemli yanlışının bu olduğunu söylüyorlar. Doğrusu ne olabilirdi üzerine ise birden fazla öneri var. Üç yılda peki yeni bir kanalizasyon borusu döşenebilmiş mi? Hayır. İşin içerisinde Kadıköy’ün depreme karşı kuvvetlendirilmesi fikrine sırtını dayayan ancak paylaşılması güç ve yönetilmesi en merkeze bağlı bir kentsel dönüşüm rantı olduğu da yabana atılmamalı.
Neticede durum vahim. Bu ay başında Kurbağalıdere’den alınan örnekler incelendiğinde görülmüş ki litrede en az 7 miligram olması gereken oksijen burada sadece 0,1 seviyesinde! Gene Kadıköy Belediyesi’nin dere ağzında yaptırdığı ölçümlere göre, her 100 mililitrede 200 olması gereken fekal bakteri 2900, 1000 olması gereken koliform 6300, sıfır olması gereken kolibasili de 2200 seviyesinde. Yaşayan bir su değil burası, akan bir kanalizasyon ve Marmara’ya akıyor. Kadıköy- Pendik arası denize girmek pek akıl kârı değil diye düşünüyorum. Rüzgârdan akıntıdan anlamaya gerek yok, Adalar’da da girmemek gerek. Nihayetinde Nasrettin Hoca’nın karpuzu misali “ona değdi, buna değmedi” hesabı Marmara’da nereye aktığı akmadığı bu suyun.
Durum buyken, yani boyumuzu aşmışken 13 Ağustos’ta Seyhun Bizet sosyal medyadan eşine dostuna ilan etti ki, Kurbağalıdere’nin mikrop dolu çamurları birtakım gemilere yükleniyor. Ertesi gün de peşini bırakmadı, Marine Traffic dediğimiz sistemi kullandı ve 14 Ağustos’ta bu çamur yüklü gemilerin Adalar bölgesine sefer yapıp döndüklerini tesbit etti. Haber kısa sürede Adalar Kent Konseyi’ne ulaştı. Bu mikrop dolu balçığın, bu ağır metal yüklü olma ihtimali yüksek çamurun Adalar bölgesine dökülme anı Adalar Kent Konseyi’nin öncülüğünde 18 Ağustos’ta belgelendi. Habertürk’ten Ela Sezen 20 Ağustos’ta denize dökümü duran çamurun kamyonlara yüklenip İBB moloz döküm sahalarına yönlendirildiğini tesbit etti. 21 Ağustos’ta ise Kartal Kumluca mevkiine döküldüğünü Milliyet’ten Seray Yalçın aracılığı ile öğrendik.
Kimi zaman Yassıada ile Burgaz, kimi zaman Yassıada ve kimi zaman da Kınalıada açıklarına, şimdilerde ise karaya boca edilen bu çamur Kurbağalıdere’yi temizlemeye yarayacak mı, hayır.
13 Ağustos’tan bu yana bilgi talep ettiğimiz İBB’den konuya dair herhangi bir bilgi geldi mi? Hayır.
18, 20 ve 21 Ağustos’ta yapılan suçüstülere hiç değilse “suç değildir” ya da hani, “pişmanız, ama” diye bir basın bülteni yayınladılar mı? Hayır.
Bu çamurun içeriğini analiz eden, takip eden bir üniversite var mı, hayır. Evet, evet. Basına ihtiyaç hâlinde beyanat veren çok uzman var ama bir çevre mühendisliği fakültesi, bir su ürünleri fakültesi.. Hayır!
İstanbul güneyinden kuzeyine yağma altında. Kuşlarıyla, balığıyla, mercanları ve yaban domuzlarıyla acı çekiyor. İstanbul’un insana muhabbet göstermesi için hiçbir sebep yok!
Omurgalıların yokoluş hızının yüzde 114 arttığı bir zamanda, yarattığımız cehennemin bizi de yutmasının eşiğinde yaşıyoruz. Yokolmanın da bir onuru olmalı, diyorum. Bu kadar sefil, bu kadar barbar bir yokoluşa ikna mısınız diye sormak istiyorum. Belki genelinde bu kadar gaddar, bu kadar kibirli olduğumuzdandır bizi yönetmeye talip olanların da ölümü yüceltmeye cüret edebilmeleri, diye ekliyorum…
Son bir kaç satır: Benim kısa tarihimde, –ki Türkiye Cumhuriyeti tarihinin yarısı–, bu denli şaibeden uzak bir seçim, bu denli demokratik bir temsiliyet gerçekleşmemişti. Sıkı bir sınav verdik. Ben iftihar ettim ama malum, beğenmeyen var. Şimdi günlük ortalaması 1980’i aratmayacak ölümlerin gölgesinde 1 Kasım’da yeniden, diye ilan oldu. Hani, bak burnu sürtülsün nasıl dönüyor, derler ya, öyle. Dövüle dövüle götürülüyoruz, seçime. Dolayısıyla ilan etmek isterim, gene yapılsın, her hafta yapılsın seçim. Benim bir oyum dahi gitmeyecek ölümü yüceltenlere, kardeşi kardeşe öteki edenlere. Ben barış istiyorum. Sadece barış. Barış konuşanın üzerine olsun tüm tılsımlar. Yarınımız biz diye olsun, aydınlık olsun, öteki çemkirmesiyle karanlık değil.