Su Hakkı Kampanyası olarak, 8-10 Ocak 2013 tarihlerinde, “su hakkı anayasal güvence altına alınsın” talebimizi milletvekillerine iletmek için TBMM’deydik. Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) ve Cumhuriyet Halk Partisi’nden (CHP) onlarca milletvekili ile birebir görüşmeler gerçekleştirdik. Ayrıca İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün ile de görüştük ve yeterli miktarda temiz suya erişimin Anayasa’da bir insan hakkı olarak yer alması talebimizi ilettik, destek talep ettik.
Üç gün yoğun bir biçimde süren görüşmeler sırasında öncelikli olarak su krizini derinleştiren anlayışı ve uygulamaları dile getirdik. Su varlıklarının ve hizmetlerinin, kamusal varlık ve kamusal hizmet alanının dışına çıkarılarak özelleştirilmesi suya erişimde var olan adaletsizliği artırmaktan başka bir sonuç doğurmadı. Su hizmetlerinin özelleştiği her yerde tek bir sonuç çıktı; daha derinleşen bir su krizi. Faturasını ödeyemeyecek kadar yoksul olduğu için suyu kesilen, evine icra gelen insan manzaraları artık kanıksanıyor. Açık bir şekilde yaşam hakkının gaspı anlamına gelen ön ödemeli su sayaçları, Türkiye de dâhil olmak üzere pek çok ülkede kullanılıyor. Ne kadar su satarsalar o kadar kâr elde edecek olan şirketler, su tasarrufunu değil, tüketimini teşvik ettiği için, su kaynakları da daha hızlı kirlenip, tükeniyor. Dünyanın pek çok ülkesinde akarsular ve göller özelleştiriliyor. Suya doğrudan bağımlı olan kırsal kesim göç etmek zorunda kalırken, ekosistemlerde büyük yıkımlar yaşanıyor. Musluk suyunu şişeleyerek 500 ila 2000 kata kadar daha pahalı satan su şirketleri kısa sürede birikimlerini artırıp, güçlerine güç katıyor. Artan talepleri, pet şişeleri ve yoğun karbon ayak izleriyle tatlı su kaynaklarını kirleten ve tüketen bu sektör, halkın bütçesinde “içme suyu” ve “kullanma suyu”na ayrı iki kalem yarattı. Suyu kalkınma, büyüme ve güvenlik gibi ulusal çıkarların hayata geçirilmesinde bir araç olarak gören devletler de su kaynaklarının yönünü değiştirme, enerji kaynağı olarak kullanma ve hatta hegemonya kurma gibi uygulamalarda bulunuyor, bunları barajlar, HES’ler ve su kanalları gibi büyük hidrolik projelerle hayata geçiriyorlar. Bu hidrolik yapılar doğa-kültür miraslarının yok oluşundan, büyük göçlere, ekolojik yıkımlardan depremlere çeşitli sosyal-ekolojik sorunlara neden oluyor. Sonuç olarak, şirketlerin ve devletlerin su krizini çözme adına geliştirdiği bu anlayışın uygulamaları su krizini çözmek yerine derinleştirdi.
Suyun ticarileştirme ve özelleştirme yoluyla korunamayacağını, bilakis bu anlayış ve uygulamalarla hızla kirlenip tükendiği ve bundan da en fazla yoksul kesimlerin etkilendiğini dile getirdiğimiz görüşmelerde milletvekillerinin her birinin konuya yaklaşımı oldukça olumluydu.
Su krizinden etkilenenler olarak, su hakkı talebimizin kâr değil, adalet merkezli bir kavram olduğunu ifade ettik. Çoğu vekil, demokratik ve özgürlükçü bir anayasa ihtiyacının her geçen gün daha fazla hissedildiği bir dönemde yeni anayasa çalışmalarına su hakkının da eklenmesinin önemli bir başlangıç oluşturabileceği fikrimize katıldıklarını söylediler.
Ayrıca uluslararası arenada da kabul edilmekte olan su hakkının Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na dâhil edilmesi talebinin sağlam bir temeli ve geçmişi var. Nitekim su hakkı, Bolivya, Güney Afrika ve Uruguay gibi ülkelerin ve Amerika Birleşik Devletleri’nin bazı eyaletlerinin anayasalarında yer alıyor. 28 Temmuz 2010’de ise Birleşmiş Milletler Genel Kurulu “güvenli ve temiz içme suyuna ve hıfzıssıhhaya erişimin yaşamdan ve insan haklarından sonuna kadar faydalanılması için temel bir insan hakkı olduğunu” 124 ülkenin evet oyuna karşılık, 42 çekimser oyla kabul etti. Türkiye çekimserler arasında yer aldı. Avrupa Birliği ülkeleri arasında ise Avrupa Vatandaşları Girişimi adlı bir sivil koalisyon tarafından su hakkının üye ülkelerin anayasalarında yer alması için bir imza kampanyası sürdürülüyor. Mart 2012’den bu yana 63 binden fazla insan bu kampanyaya imza atarak destek oldu. Sosyal hareketlerin mücadeleleriyle gerçekleşen bu kazanımlardan Türkiye kendini muaf tutamaz.
Tüm bunların yanı sıra gayri resmi şekilde kamuoyuna duyurulan Su Kanunu Taslağı isimli kanun hakkında görüşlerimizi de milletvekilleriyle kısaca paylaştık. Taslak halen meclise sunulmamasına rağmen üzerinde çalışmalar yapılmakta ve kısa bir süre içinde TBMM’nin gündemine gelebilir. Taslağı incelediğimizde su varlıklarının devlet eliyle daha sıkı korunması ve dikkatli kullanımını sağlama amacının dışında suyun ticarileşmesinin de felsefi ve yasal zeminini hazırladığını gördük. Taslağın ilkeler bölümünde yer alan dördüncü maddenin (b) bendinde yer alan “kamu yararı” kavramı hükümetler tarafından en çok istismar edilen “taktir yetkisinin” sınırsızca kullanılabilmesini sağlayan ilke olarak dikkat çekiyor. Bu tasarıyla, bu ilkenin tüm yasanın uygulamasında kullanılacak olması, uygulayıcılara istekleri doğrultusunda hareket edebilme imkânını sağlayacaktır. Bu durum yasaların vatandaşlar kadar devlet kurumlarının da eylemlerini sınırlayan özelliğini ortadan kaldırıyor. Bu ilkeyle zorunlu olarak uyulması gereken kuralların arkasına dolanmak için yeni bir imkân da yaratılıyor. Bunun yanı sıra aynı maddenin (e) Suyun yönetim hizmetleri karşılığında ücretlendirilmesi ve (f) Su temin maliyetlerinin kullanan, kirlilik önleme maliyetlerinin kirleten tarafından ödenmesi, ilkeleri devletin temel vazifelerinden olan su arzı görevinin özelleştirilmesi yanı sıra belirli bir bedel karşılığında su kaynaklarının kirletilebilmesi için gerekli altyapıyı sağlıyor. Onüçüncü maddede yer alan su kaynaklarının tahsisi düzenlemesi ise tıpkı enerji sektöründe olduğu gibi, özelleştirme, ticarileşme nihayetinde piyasalaşma aşamalarının olmazsa olmazı olan lisanslamanın ilk hükmünü ortaya koymakta. İçerdiği hükümlerle su kanunu taslağı, görünüşte korumacı yapıya sahip olmasına rağmen gerçekte devleti asıl sorumlu özne olmaktan çıkararak regüle edici kimliğe sokuyor. Suyu ise hak ve ihtiyaç değil meta haline getiren ve ticarileşmesini sağlayan yeni bir hukuk düzeni getiriyor. Su Kanunu Taslağı üzerinde belirttiğimiz görüşlerimiz hakkında milletvekilleriyle birlikte detaylı çalışmalar yapmaya devam edeceğiz.
Biz, tüm canlıların en temel hakkı olan yaşam hakkının vazgeçilmez unsuru olan su hakkının tanınmasını, su varlıklarının ve hizmetlerinin kamusal varlıklar ve hizmetler alanına dâhil edilmesini ve anayasal güvence altına alınmasını talep ediyoruz. Suyla ilgili alınan kararların toplumun tüm kesimlerini kapsayacak biçimde katılımcılık ilkesi ile alınmasının sağlanması ve bu kararların doğanın, tüm canlıların ve gelecek kuşakların su hakkını koruyacak nitelikte bütünlükçü olması yeni bir su politikasının ayrılmaz unsurlarıdır. Suya ilişkin hazırlanacak tüm yasal düzenlemeler bu temel prensiplere dayanarak hazırlanmalıdır. Milletvekilleri ile yaptığımız görüşmelerde ifade ettiğimiz bu fikirlere katıldıklarını belirtmeleri ve bu doğrultuda alternatif bir su kanunu hazırlama fikri bizi hem heyecanlandırdı hem de sevindirdi.
Su Hakkı Kampanyası