İstanbul, 2 Kasım 2013’te su adaleti hareketinin önemli bir kadın aktivistini misafir etti.
Su Hakkı Kampanyası’nın “Su adaleti olmadan demokrasi olmaz! Ortak varlıklarımızı ve su hakkımızı savunuyoruz” başlığı altında düzenlediği panel ve forum için İstanbul’a gelen Marcela Olivera’ya parçası olduğu Cochabamba Su Savaşları’nı sorduk. İşte 13 yıldır süren ve büyüyen bir mücadelenin öyküsü.
“Herkes için Su” Güney Amerika Koordinatörü olarak Food & Water Watch adlı kâr amacı gütmeyen bir organizasyonda çalışan Olivera söze şöyle başlıyor: “Kasım 1999’da Cochabamba’nın su hizmetleri Bechtel adlı özel şirkete devredildiğinde, 20 senelik bir özelleştirme dalgası ülkeyi çoktan silip süpürmüş, geriye bir tek umutsuzluk kalmıştı”. Ve devam ediyor: “Zaten özelleştirilmemiş olan bir su kalmıştı, o da tamamlanınca kaybedecek bir şeyimiz kalmadığını anladık galiba”. Olivera, özelleştirmenin başlamasından sonra su faturalarının ikiye katlandığını, bunun ise asgari ücretin dörtte birine eş değer olduğunu, Bechtel’in uygulamadan önce kentin yarıya yakının kendi kurup kullandığı geleneksel su altyapılarına bile el koymaya kalkıştığını ve bunun son damla olduğunu bir çırpıda anlatıyor. Halkın şirkete karşı tepkisini ilk tetikleyen unsurun ise çiftçilerin suyun kontrolünü kaybetme kaygısı olduğunu belirten Olivera “faturalar gelmeye başladığında çiftçiler, fabrika işçileri, yerli halklar ve yoksuluyla zenginiyle kentliler harekete geçti” diyor.
2000 Şubatında pek çok insan Cochabamba’nın 14 Eylül Meydanı’nda toplanıp, su faturalarını yakarak şirketi protesto etmiş. Ancak Olivera yarı şaka yarı ciddi bu eylemin çok da akıllıca olmadığını, bunun önünde sonunda Bechtel’in yarattığı adaletsizliğin kanıtlarını ortadan kaldırmaya yaradığını iddia ediyor. Bolivya’nın dördüncü büyük şehri olan Cochabamba’nın suyun özelleştirilmesine karşı ilk kitlesel eylemini anlatmaya başlıyor: “İnsanlar kentin dört bir yanından, kent merkezine doğru yürümeye başladı. Hükümet yürüyüşü durdurmak için türlü ırkçı yalanlarla kamuoyunu yanıltmaya çalışıyor ve yerlilerin şehri talan edeceğini falan söylüyordu. Caddelerde maskeli polisler motosikletle devriye geziyor, halka sokağa çıkmaması için gözdağı vermeye çalışıyordu. İnsanlara her şeye rağmen yürümeye devam edince de, polis eylemcilere plastik mermilerle ve gazla saldırdı”. Buraya kadar oldukça tanıdık gelen hikâye, Olivera’nın devamında gelen sözleriyle Gezi olaylarıyla büyüyen bir paralellik gösteriyor: “Aslında ben de dâhil olmak üzere pek çoğumuz ilk yürüyüşe katılmamıştı ama televizyonda polisin insanlara uyguladığı şiddeti gördükten sonra hepimiz sokağa fırladık”.
İki gün süren çatışmanın ardından, hükümet suyun fiyatını özelleştirme öncesi döneme çekme sözü vermiş. Ancak bunun zaman kazanma amaçlı bir yalan olduğu ortaya çıkmış. “Bu ne ilk, ne de son yalanlarıydı” diyen Olivera şöyle devam ediyor: “Bu yalanla gözümüz açıldı. Artık tek derdimiz Bechtel’i def etmek ve suyu özelleştiren 2029 sayılı İçilebilir Su Kanunu’nu yürürlükten kaldırmak değildi. Biz mevcut hükümetten de kurtulmak istiyorduk”. Hükümeti sözünü tutmaya çağıran halk, herhangi bir cevap alamayınca Nisan ayında kenti bir haftalığına kapatmış. “Hükümet de içlerinde abim Oscar Olivera’nın da olduğu hareketin dört sözcüsüyle görüşmek için çağrıda bulundu. Görüşmeye giden sözcüler gözaltına alınınca, insanlar yine sokaklara döküldü” diye devam ediyor Olivera. Hükümet eylemlere son vermek için sokağa çıkma yasağı ilan ederken, hareketin dört sözcüsü ve öne çıkan bazı isimleri kuzeyde bir askeri alana tasfiye edilmiş. Ancak yasağa ve gözaltına rağmen hareket büyüyerek, tüm ülkeye yayılmış. Olivera şöyle devam ediyor: “Halk liderler ve sözcüler olmadan de sokaktaydı. Devlet bu sefer karşımıza polisin yanında askeri de katılmıştı. Koca ülkede insanlar evlerinde neleri varsa sokağa taşımış, barikatlar oluşturmuştu. Günlerdir sokaktaydık ve artık ölmekten korkmuyorduk”. Yaşananların ardından yasalarda talep edilen değişiklikler gerçekleştirilmiş. Su hizmetleri özelden tekrar kamuya devredilmiş.
Cochabamba’dan başlayıp tüm ülkeye yayılan bu hareket, ilk seçimlerde (2003) de etkisini göstermiş. Hem hükümet değişmiş, hem de eylemler boyunca sokakta olan politikacı Evo Morales Bolivya’nın ilk yerli başbakanı olmuş. Ancak Olivera sorunların hükümet değişikliğiyle çözülmediğinin altını çiziyor ve ekliyor: “Buraya kadar işin romantik kısmını anlattım. Ancak seçimlerden sonra isimler değişse de sistem aynı kaldı. Henüz çok şey kazanmış değiliz. Mücadele devam ediyor ve daha yapılması gereken çok iş var”. Olivera’ya göre bu mücadeleden çıkarılması gereken en önemli sonuç şu: “Özelleştirme kaderimiz değil. Hatta her şey özelleştirilmiş olsa bile yeniden kamulaştırma için asla geç kalınmış değil. Yeter ki kamunun devletçilik değil, halkın katılımcılığı olduğunu unutmayalım”.
Akgün İlhan
Marksist.org, 5 Aralık 2013