Kaynak: Nihal Kemaloğlu, Akşam, 19 Nisan 2012
‘Kapaklar kapana sular tutula’ düsturuyla gördüğü akarsuyu çimento borulara hapsedip beton kapaklarla kuşatan HES’çi dönemin rantı derinleştikçe o derinliğe uçanlardan da haber gelmiyor.
Doğa aklına tahakküm etmeye kalkışarak ‘su toplamaya kalkışan’ şark yatırımcılığımız üst üste geri tepmeye başlayınca Zonguldak Çaycuma’da Filyos Çayı üzerindeki Çaycuma Köprüsü’nün çökmesiyle çaya uçan minibüsle ilgili de uzun sessizlikler oldu.
6 Nisan’dan bu yana hala Filyos Çayı’nda kaybolan 15 kişiden 9’una ulaşılmazken kaybolanların akıbeti, Kozan’da iki ay önce çatlak kapakları patlayan Gökdere HES inşaatında sular altında kalan işçilere benzemişti.
Ve yine köprü faciasıyla ilgili sorular da kendine resmi muhatap bulamadan muamma olarak bırakılmıştı.
Bu arada Çaycuma Köprüsü de olay sonrasında parça parça çökerken köprünün ayaklarını kemirerek zayıflatan etkenin son birkaç yıl içinde Filyos Çayı güzergahına dikilen HES’lerin neden olduğu basınımızda dillendirilmemişti…
Uzmanlar derenin HES’leri geçtikten sonra taşıdığı kum ve çakıl miktarının azaldığını ve bu durumun suyun debisinin artarak köprü ayaklarının ve ayakların önüne yapılan taş tahkimatın bile aşınmasına neden olabileceğini belirtmişlerdi.
Ama bizzat devlet tarafından yönetilen ve örgütlenen yayılmacı HES piyasasını ürkütmemek üzere HES’lerin neden olduğu doğa ve insan kaybımız yine maharetle gölgelenmişti…
Çünkü hem sıcak paraya hem de enerji yoğun üretimi ve hadsiz tüketimiyle enerji ‘bağımlısı’ Türkiye binlerce HES projesiyle sözde milli enerji üreteceğini iddia ediyordu…
Ama çoğu yabancı finansmanlı HES projeleriyle mülkiyet hakkı ‘satılmış’ dereler 49 yıl bile dayanamadan birkaç yıl içinde kuruyarak ülkeyi HES çöplüğüne dönüştürülmesi bir yana Çaycuma Köprüsü’nde olduğu gibi HES tahribatının kilometrelerce uzaklara taşınan ‘öngörmediği’ feci sonuçlarını da yeni yeni yaşamaya başlamıştı…
O zamanda HES inşaatları dağların arasında gözden ırak ‘hıza ve kar’a endeksli tamamlanırken otoriter-yatırımcı devlet söylemi de ‘taktiksel’ olarak HES karşıtlarına daha da sertleşiyordu…
HES, nükleer santral, termik santral yatırımlarına ve kentsel dönüşüme dahil edilen yerleşim alanlarını korumak isteyenlere piyasa demokrasimizin cevabı da ‘sen cahilsin’ ya da ‘vatan hainisin’ düzeyinde veriliyordu…
Devletin önce HES’lerle ilgisi ‘Temiz enerji’ diye savunusu çürütülünce daha sonra ‘su akar Türk bakar yazık değil mi?’ hafifliğiyle meşrulaştırılmaya çalışılmış ama toplumsal muhalefetle başa çıkılmayınca HES karşıtlığı kadim siyasi jargonun her dem geçerli ‘ideolojik grup’ suçlaması en son Hopa’da ‘eşkıyalaştırılmıştı’.
Tabii ki devlet çelişkisi şuydu ; enerji tekellerinin yabancı ortak ve yabancı finansmanla kapattığı Anadolu HES pazarına muhalefet edenleri ‘yabancı emperyalist tekellerin maşası’ olmakla suçlamaktı…
Oysa her gün gazetelerin ekonomi sayfalarında yerli HES tekellerinin yabancı gruplara sattığı kaç yüz milyon euroluk HES satış haberleri milli bünyemizi katiyen tahriş etmediği gibi kutsanıyordu…
En son Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu hepimizin su hakkını bilimsel etik gereği koruyarak kamuoyunu uyaran Prof. Beyza Üstün’ü cahillikle suçladı. Eroğlu’nun ‘seyyar gruplar’ diye tanımladığı ve bu grupların birtakım enerji şirketlerince manipüle edildiği ithamıyla Prof. Üstün için gerekirse ‘hem YÖK’e hem savcılığa hem de üniversiteye başvuracağız, böyle bilim adamı olmaz’ ifadeleri sahiden de ürkütücüydü.
Çünkü bilim insanı olma sorumluluğu tam da bu noktada yani projeci, yatırımcı zihniyetin kuşattığı ve geriye dönüşsüz tükettiği alanın asıl sahibinin kimler olduğunu uyararak hatırlatmak ve gerekiyorsa mücadele etmekti.
‘Kapaklar kapana, sular tutula’ diliyle adeta tebaasına ‘baraj’ lütfeden siyasi otoritenin hükmettiği ülkemizde Prof. Üstün gibi etik bilim insanlarını sınırlı su kaynaklarımız gibi siyasetin ve sermayenin cürmünden korumak boynumuzun borcuydu…