Siyaset Suyu Uyutmuş: Kâr Değil, Yaşam İçin Su!

Akgün İlhan, Dipnot Tablet’in 55. Sayısı’nda, Dünya Su Forumu’na ve suyun özelleştirilmesine karşı yürütülen mücadeleleri yazdı.

1990’lardan itibaren “Dünya Su Krizi”ni daha çok duyar olduk. Aynı yıllarda, menşei ABD, Fransa, İspanya ve İngiltere vb. ülkeler olan bir kaç su şirketi dünya su piyasasına açılmaya başladı. Zira bu bir kaç “su devi”, kendi ülkelerindeki suyu işleterek çok büyük kazanç sağladılar. Bu muazzam sermaye birikimi onları başka ülkelerin su kaynaklarına yöneltti. Böylece yerel olan su yönetimi, hızla küreselleşti. Aynı şekilde su da küresel pazarın bir nesnesi haline geldi.

Dünya Su Konseyi bu küresel dönüşümü yönetmek üzere Fransa’nın ikinci büyük şehri Marsilya’da kuruldu (1996). Konsey’e göre dünya su krizinin nedenleri şöyle: a) gelişmekte olan ülkelerdeki yüksek nüfus artışı, b) suyun maliyetinin altında fiyatlandırılmasına bağlı olarak artan su israfı ve c) kamunun suyu yönetmedeki beceriksizliği. Yine Konsey’e göre teknolojik ve finansal birikime sahip şirketler, suyu etkin ve sürdürülebilir bir biçimde yönetecektir. Konsey, bu ideolojisini yaymak maksadıyla dünyanın farklı yerlerinde altı “Dünya Su Forumu” düzenledi. Bu forumların ilkinde ne konuşulduysa, sonuncusunda da o konuşuldu desek abartı olmaz. Forumların hepsinde “suyun ticarileştirilmesi ve özelleştirmesi ne hızda gidiyor?”, “bu sürecin önündeki engeller nelerdir?” ve “bunlarla nasıl başa çıkılır?” gibi sorulara cevap aranıyor.

2000’lere geldiğimizde ise pek çok ülkede uygulanmakta olan su özelleştirmeleri çeşitli sosyal ve ekolojik sorunlar ortaya çıkarmıştı. Bu sorunlar bazı muhalif hareketlere neden oldu. Bolivya’da, Hindistan’da, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde ve daha pek çok ülkede halklar suya erişim haklarının gasp edilmesine karşı çıktı. Bunlardan bazılarının sonucunda halk önemli kazanımlar elde etti. Örneğin özelleştirme uyugulamalarından yılan Uruguay halkı, 2004’de yeni bir su yasası oluşturdu. Bu yasayla şebeke suyuna erişim ve hıfzıssıhha temel insan hakkı ilan edildi. Ayrıca yasa, su hizmetlerinin “tamamıyla ve doğrudan devletin yasal tüzel kişilerince yürütülmesi”ni garanti altına aldı. Benzeri sosyal hareketlerin güçlenmesi ile birlikte 2006’da Meksika’da Dünya Su Forumu ile eş zamanlı ama ona karşı duran “Alternatif Dünya Su Forumu” yapıldı. Alternatif Forum, Dünya Su Konseyi’nin halkların değil, sermaye ve hükümetlerin sesi olduğunu ilan etti. Konsey’in gerçekleştirdiği forumun hiçbir geçerliliğinin olamayacağı beyan edildi. Böylece halkın su mücadelesi tarihinde önemli bir süreç başlamış oldu. Bunu 2009’da İstanbul’da ve 2012’de Marsilya’da düzenlenen diğer Alternatif Su Forumları izledi.

Marsilya 2012 Alternatif Su Forumu’na binlerce STK temsilcisi ve vatandaş katıldı. 14 Mart “Dünya Nehirleri Eylem Günü” etkinlikleri ile başlayan forumda “kâr değil, yaşam için su” ve “nehirler özgür aksın” sloganları atıldı. Foruma Türkiye’den Su Hakkı Kampanyası, Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi, Doğa Derneği, Çiftçi-SEN ve Tohum İzi Derneği gibi bazı oluşum ve STK’lar katıldı. Forumun kilit iki kavramı “su hakkı” ve bu hakkı korumak için “Kamu-Kamu İşbirliği” oldu. Tartışmalar ise kamunun devletin bir uzantısı olmaktan uzaklaşması ve yerele yaklaşması yönündeydi. Forumun en önemli çıktısı ise, “piyasa merkezli (yeşil ekonomi) çözümlerin sorunlara yenilerini ekleyeceği” sonucuydu. Yeşil ekonomi yerine insan ve toplum merkezli su politikaları üretilmesi gerektiği belirtildi.

Peki bu gelişmeler Türkiye’ye nasıl yansıyor? Türkiye’de de “kişi başına düşen yıllık su miktarı” temeline dayanan bir su krizi söylemi var. Zira ülkenin nüfusu hızla artıyor. Sabit olan su kaynaklarını artan nüfusa böldüğümüzde ise çıkan sayı küçülüyor. İşte bu “susuz kalma” korkusu Türkiye’de suyun özelleştirilmesinden, Orta Doğu’daki güvenlik politikalarının oluşturulmasına kadar belirleyici oluyor. Gerçekte ise Türkiye’nin sektörel su kullanıma baktığımızda farklı bir tablo görüyoruz. Bir yanda esasen küresel pazara çalışan bir ekonomi sektörünün (yoğun tarım ve endüstri) su kullanımı var. Diğer yanda ise vatandaşın içme, yemek yapma ve temizlik gibi birincil ihtiyaçlarına yönelik evsel su kullanımı var. Ekonomik sektörün su kullanımı, evsel su kullanımından kat be kat fazla. Demek ki suyun yetmez oluşu, vatandaşla veya nüfusun artmasıyla ilgili değil. Bu, Türkiye’de ekonomik sektörün her geçen gün daha çok küresel pazara yönelik yoğun üretim yapmasıyla ilgili. Daha çok üretim, daha çok su tüketimi ve kirliliği demek. Tüm bu gerçekliğe rağmen, vatandaşa yüklenen ve ha bire “nüfusumuz artıyor, suyumuz azalıyor” diyen bir ideolojik söylem hakim. Türkiye, ekonomik sektörün artan su talebi için “su arzını artırmak” istiyor. Büyük küçük demeden her akarsu üzerinde onlarca baraj yapmaya çalışması bu yüzden. Benzer şekilde, vatandaşın yaşamsal ihtiyaçları için “evsel su kullanımı azaltmak” istiyor. Su fiyatlarının sürekli artması ve “su tasarrufu yapın” derken vatandaşa bakması bu yüzden. Kısacası Türkiye ekonomik sektör için “su arzını artırmak” ve “evsel su kullanımı azaltmak” ekseninde bir su politikası izliyor.

Türkiye bu politikayı onyıllardır uyguluyor. Bunun sonuçlarına kısaca bakalım. Su artık bir hak olmaktan uzaklaşmış. Su hizmetleri pahalanmış. İnsana hizmet değil, sudan gelecek kâr yasalarla garanti altına alınmış. Öyle ki, Dikili Belediyesi vakasında da görüldüğü gibi, halka indirimli ya da bedava su vermek suç olmuş. Şirketlere teslim edilen su kaynakları ve hizmetleri çeşitli sosyal ve ekolojik sorunlar yaratmış. Ve bunların bedelini çoğu zaman halk ödemiş. Nitekim Hazine Müsteşarlığı, onlarca batık projenin parasını sözleşme gereği bizim vergilemizden gelen gelirle ödemeye devam ediyor. Belediyeler, finansal ve teknik destek eksikliğinden altyapı ve tesislerin yapımı ve onarımı için küresel şirketlere bağımlı hale gelmiş. 13 Şubat KİK operasyonunda da görüldüğü gibi yaşam kaynağı su üzerinde kirli oyunlar dönüyor ve yolsuzluk artıyor.

Ancak Türkiye’de bu olumsuzluklara karşı duran hatırı sayılır bir kitle de var. Bunlar yolsuzluğa, suyun kirletilip tüketilmesine ve bunun tüm canlılar üzerindeki olumsuz etkilerine farklı pencelerden bakan muhalif hareketler. Su meselesine değişik yerlerden baksalar da birbirini tamamlıyorlar. Zira ortada herkese dokunan karmaşık bir mesele var. Ve herkes su meselesine önce kendisine dokunan yerden bakıyor. Türkiye’de meslek odaları ve sendikaların başını çektiği güçlü bir özelleştirme karşıtı duruş var. Sosyal hareket bağlamında bakıldığında ise baraj ve HES karşıtı yerel hareketleri görüyoruz. Karadeniz Bölgesi’nde en ufak akarsuların bile üzerine inşa edilen binlerce baraj ve HES var. Güneydoğu’da 10 bin senelik sürekli bir tarihe sahip Hasankeyf kenti ile birlikte Dicle Vadisi’nin tarihsel öneme sahip yüzlerce köy ve kentini sulara gömecek olan Ilısu Barajı var. Doğuda Munzur nehri üzerine yapılan onlarca baraj var. Saymakla bitmeyecek kadar baraj ve HES projesi ülkenin bütün sularını kontrol altına almak üzere. Bu projelerden doğrudan etkilenen insanlar, projeleri dava ediyor. Ancak, davalar yıllarca sürüyor. Örneğin Ilısu Barajı’na karşı 2000’de açılan dava daha sonuçlanamadı. Bazen de projenin durdurulması kararı alınmasına rağmen inşaatlar devam ediyor. Bu acı deneyimlerle birlikte, geniş kitlenin katılımının önemi daha iyi anlaşıldı. Yerel hareketler Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi, Karadeniz İsyandadır Platformu ve Munzur’u Koruma Kurulu gibi geniş çatılar altında bir araya gelmeye başladı. Bu çatılar içinde Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi, Ilısu Barajı’na karşı iki başarılı uluslararası kampanya yürüttü. Çok uluslu şirketler konsorsiyumu tarafından inşa edilmesi planlanan proje, 2001 ve 2009 yıllarında iptal edildi. Ancak hükümet yılmadı, artık gurur projesi haline dönüşen Ilısu barajını Garanti Bankası ve Akbank finansmanıyla tekrar başlattı. Karadeniz İsyandadır Platformu ise yaratıcı eylemleri ve taban direnişi ile gündemden düşmüyor.

Türkiye’de ülke/küre ölçeğinde suya bakan platformlar, kampanyalar ve dernekler de mevcut. Bunlardan bazıları su meselesini insan ve toplum vurgusuyla ele alıyor. Bazıları da doğayı merkeze alıyor. Elbette meseleyi çevrecilik çerçevesinde gören ve yeşil ekonomi içinde çözüm arayanlar da var. Suyuma Dokunma Kampanyası adlı bir oluşum, İstanbul Alternatif Su Forumu’na (2009) evsahipliği yaptı. Kampanya’nın öncü bileşenleri forum sonrasında “Su Hakkı Kampanyası”nı başlattı. Kampanya, insan ve toplumu (sermaye gruplarını değil) merkeze alan ama suyu tüm canlılar için bir yaşam kaynağı ve kendisi de yaşayan bir varlık olarak gören birey ve organizasyonlardan oluşuyor. Su Hakkı Kampanyası suyun bütünlüğünü tehlikeye atan her faaliyetin insanı doğrudan ya da dolaylı tehdit ettiğini savunuyor. Kampanya, Türkiye’nin doğusu ve batısında yerelleri bir araya getiren çalışmalar yürütüyor. Bu çalışmalarda Güneydoğu Anadolu Belediyeler Birliği (GABB), Diyarbakır Su ve Kanalizasyon İşleri (DİSKİ) ve Dikili Belediyesi gibi yerel yönetimlerle birlikte çeşitli araştırmalar ve atölye çalışmaları gerçekleştiriyor. Türkiye’de su alanında çalışan bir başka insan ve toplum merkezli oluşum da Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu. 5. Dünya Su Forumu’na karşı olan çeşitli sendika ve meslek odalarının oluşturduğu bu platform eş zamanlı bir Karşı Forum yürüttü. Forum’dan sonra da devam eden platform, Türkiye’de ve dünyada suyun metalaşmasını eleştiren çeşitli toplantılar ve atölye çalışmaları gerçekleştirmekte. Türkiye’de ayrıca su ve doğa koruma çalışmaları yapan binlerce STK var. Ancak bunlar gerek yerelde, gerekse ülke ölçeğinde çok önemli bir varlık gösteremiyorlar.

Türkiye’de halkın su mücadelesinin önündeki en önemli engel şüphesiz ki küresel sermaye–devlet işbirliği. Bu birlik, kendi ideolojisini değişen sosyal ve ekolojik şartlara göre sürekli olarak yeniden üretip hakim kılıyor. Gazeteci yazar Faik Bulut’un da söylediği gibi, Türkiye’de şirketlerin akarsuların kullanım hakkını alması ve adeta “feodal ağa gibi mülkiyetine geçirmesi” “post-modern bir ağalık sisteminin” devam ettiğinin en güncel kanıtı. Güç odakları, suyu nehrinden alıp pet şişelerle, tankelerle ve borularla kaynağından uzaklaştırıyor. Aynısını insanlara da yapıyorlar. Toprağını suyunu gasp ederek yerel toplulukları kimliklerinden uzaklaştırıyorlar. İşte bu “böl ve yönet” stratejisi, büyüyen su krizi ile birlikte suyu ve suyun insanlarını hedef alıyor. Zira yokluğu, yaşamın sonu anlamına gelen temiz su tükeniyor. Kaçınılmaz şekilde kıtlaşan suyun pazar değeri yükselecek. Bu da piyasa aktörlerinin suya olan ilgilerinin daha da artacağı ve aralarındaki rekabetin daha da şiddetleneceği anlamına geliyor. Ancak, halkın su mücadelesinin önünde bir başka engel daha var. O da, su mücadelesinin içinde olan yapay bir “insan-doğa ikili karşıtlığı” algısı. Bunun yarattığı bölünme ve güç kaybı muazzam boyutlarda. Bir kesim doğanın yıkımının insanın yıkımı olduğu gerçeğine sırtını dönmüş. Diğer bir kesim ise insanın acılarını önemsemeyen bir söylemin kitle hareketine dönüşemeyeceğini anlamıyor. Bu perspektif fakirliğini, zenginliğe çevirecek bir diyalog oluşturulmalı.

Sayılan bu engellerin aşılması için su meselesine ekonomi değil yaşam merkezli bakan sosyal hareketler bir araya gelmeli. Ancak bu bir araya geliş, çok sesli olmalı. Zira biri diğerini dinlemeyen ya da birbirinden habersiz bir yığın, kitle değildir. Ve böyle bir yığının, yüzyıllardır krizlerden beslenerek büyüyen bu muazzam küresel birliğin karşısında duracak gücü olamaz. Son dönemde halkın su mücadelesi için olumlu sayılabilecek bir gelişme ile sözü bitirelim. Dört devlet arasında pay edilmiş Yukarı Mezopotamya’da su mücadelesi veren dört STK, 2012 martında bir araya geldi. Bunlar Türkiye’den Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi, Irak’tan Iraq Civil Society Solidarity Initiative, Irak Kürdistanı’ndan Civil Development Organization (Süleymaniye) ve Iran’dan Center for Sustainable Development adlı organizasyonlar. Birlikte Dicle Vadisi’nin UNESCO Dünya Mirası olarak kabul edilmesi için dilekçe kampanyası yürütmeye başladılar. Konu, küresel devlet-sermaye işbirliğinin gittikçe yoğunlaşan ilgisini çeken Orta Doğu’nun iki önemli su kaynağından biri olan Dicle Nehri. Mezopotamya’nın sivil insiyatifi, ortak bir tehdit olan Ilısu Barajı’na karşı farklı diller konuşan ama aynı toprağın halklarını bir araya getiriyor. Varlığı Fırat ve Dicle’ye bağlı Orta Doğu halkları belki bu sefer suda, suyun hakkını ve kendi su haklarını korumak için bir araya gelebilir. Daha büyük birlikteliklere kapı açabilecek bu fırsatın iyi kullanılması şart. Zira su uyuyor, devlet-sermaye birliği uyumuyor.

 

Dipnot Tablet (sayı: 55)