Türkiye’de pet ve damacana su pazarı yaklaşık 10 milyar litre suya ve 4 milyar TL ticari hacime ulaşmış durumda. Geçmişi sadece yirmi yılı bulan yepyeni bir sektör için küçümsenmeyecek bir ticari başarı bu. Zira bundan otuz sene önce birisi size gelip de “birgün gelecek musluklardan akan suyla sadece temizlik yapılacak, herkes içme suyunu plastik şişelerden temin edecek” deseydi, onu en iyi ihtimalle hayal gücü geniş biri olarak tanımlardınız. Ya da zaman makinasıyla yolculuğa çıkıp kırk sene öncesine gidip günümüzde ambalajlı suyun yaşamımızdaki yerini anlatabilseydik “zırdeli” olarak yaftalanma ihtimalimiz oldukça yüksek olurdu.
Yirmi yıldır sürekli olarak büyümekte olan ambalajlı su sektörü inanılmaz bir mesafe kat etti ve hem hedeflerini hem de hedef kitlesini büyüttü. Dönemin Ambalajlı Su Üreticileri Derneği (SUDER) başkanı Olcay Sunucu 2007 yılında yaptığı bir konuşmada yakın gelecekte sadece kentlilerin değil, kırsal kesimin de sofrasında yer bulmayı hedeflediklerini söylemişti[1]. Şimdiki SUDER Başkanı İsmail Özdemir ise Türkiye’de kişi başına 133 lt/yıl olan ambalajlı su tüketimini artırıp AB ülkelerinin seviyesine çıkartmayı hedeflediklerini belirtiyor. Su stresi yaşamakta olan ve 2030 yılı itibarıyla su fakiri ülkeler arasında yer alacak olan Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu yaklaşım daha fazla su tüketmek olmamalı. Elbette ki suyu ambalajlayıp satan şirketlerin oluşturduğu bir dernek olan SUDER’den su tasarrufunu merkeze alan yaklaşımlar geliştirmeleri beklenemez. Bu noktada beklenmedik olan kamu kurumlarının ve devletin de aynı anlayışta olup, su varlıklarının korunması yani kamu yararını değil, şirketlerin istediği doğrultuda su kullanımını artırmayı hedefleyen politikalara yelken açması. Türkiye’nin su ve enerji ile ilgili 2023 hedeflerinde ülkedeki tüm su varlıklarının tam kapasite kullanılacak olması bunun en net kanıtı[2].
Ambalajlı su sektörünün doğuşu
Peki Türkiye’de ambalajlı su sektörü hangi şartlar altında ortaya çıktı? 1990’larda özellikle büyükşehirlerde su hizmetlerinde ortaya çıkan çeşitli sorunlar (su kesintileri ve düşük kalitede su) toplumun su hizmetlerinde kamu yönetimine olan güvenini büyük ölçüde sarsmıştı. Hızla kentlileşen Türkiye’de şehirlerin su altyapılarının yenilenmesi ve kapasitesilerinin genişletilmesi için gereken mali kaynaktan yoksun belediyeler çaresizdi. Zira 1980’lerden itibaren Dünya Bankası ve IMF gibi küresel finansman kuruluşlarından aldığı kredilerin şartları gereği Türkiye kamunun yetki ve hizmet alanları çeşitli uyum reformları ve yasal düzenlemelerle daraltmaya başlamıştı. Örneğin 1980’lere kadar içme suyu ve kanalizasyon hizmetleri, İller Bankası yönetiminde kamu kredilerine dayalı yatırım ve finansman modeliyle yürütülüyordu[3]. İller Bankası’nın kuruluş amaçları arasında belediyelere su ve kanalizasyon işleri ve altyapı projeleri konusunda gereken mali desteği kredi açarak vermek olduğu kadar, onlara bu projelerde teknik danışmanlık yapmak da vardı[4]. Ancak 1980’lerden itibaren bu değişmeye başladı. Bankanın hareket alanı daraltıldı. Bu kurum, adeta belediyelerin kentsel altyapıları için gereken mali krediyi veren küresel finansman kuruluşlarının ülke ölçeğindeki şubesi gibi işlemeye başladı. Böylece kurum su hizmetlerinin ve altyapılarının iyileştirilmesine yönelik çözümler üretmek yerine, bunların özel sektöre devirleri hızlandırmaya başladı. Başka bir deyişle, belediyeler su yönetiminde yalnız bırakıldı[5].
Kamusal hizmet alanında yaşanmakta olan bu kriz 1990’lardaki su kriziyle birleşince, bu durumundan kârlı çıkan su dağıtan özel su istasyonları oldu. Su sorunlarının yaşandığı dönemlerde sayıları hızla çoğalan bu küçük ölçekli şirketlerle birlikte açık ve sağlığa elverişsiz pek çok su istasyonu pazara girdi. Sağlık Bakanlığı ilkin bunlar üzerinde geçici izinlerle denetim sağlamaya çalıştı. Ancak bunda başarılı olunamayınca, 18 Ekim 1997 tarihli yeni bir yönetmelikle bu su istasyonlarının bir bölümü kapatılıp, Sağlık Bakanlığı tarafından musluk suyuna alternatif olarak 19 litrelik polikarbonat damacana ambalajına izin verildi. Böylece yıllar içinde hızla büyüyecek olan bir sektör doğmuş ve musluktan akan su sadece temizlik amaçlı kullanılmaya başlanmış oldu.
Ambalajlı su, krize çare olmadı
Peki ambalajlarda satılan su kamuda yaşayan su krizine çare olabildi mi? Bunun için ilk önce musluktan akan suyla ambalajlı suları kirlilik açısından karşılaştırmak gerek. Yapılan araştırmalara göre daha düzenli ve sık yapılan denetimlere bağlı olarak şebeke suyu temiz[6]. Ambalajlı su sektöründe ise yüzlerce firma bulunduğu için denetim oldukça yetersiz. Ama Sağlık Bakanlığı gibi devlet kurumlarına ve firmalara sorarsanız, herşey kontrol altında. Damacana ve pet şişelerde satılan sular ancak medyanın ve STK’ların ortaya çıkardığı bir skandal olursa gündeme geliyor.
Nitekim 2012 temmuzunda ambalajlı sularının sağlıksız koşullardaki dolum tesislerinde üretildiği, cam, pet ve plastik damacanalarla soframıza kadar gelen bu suların sağlığımızı tehdit ettiği ortaya çıktı[7]. Toplam 114 firmanın sularında kirlilik tespit edilmişti[8]. Daha da kötüsü bu skandal A-haber sunucusu Mehmet Ali Önel tarafından sunulan “Deşifre” adlı bir TV programı sayesinde gün yüzüne çıkarılmıştı. Programda çeşitli satıcılardan alınan 55 damacananın 41’inde yani %75’inde “koliform bakteriler” tespit edildiği açıklanmıştı. Rastgele alınan bu 55 numunenin dörtte üçü içilemez durumdaydı. Üstelik analizleri yapan laboratuar da alanında tanınmış, güvenilir ve akreditasyon belgesi olan bir kuruluştu. Sularda insan ve hayvan bağırsaklarında yaşayan mikroplar bulunmuş, suyun kaynağı ve tek kullanımlık şişeler temiz çıkarken, damacanalar çok kullanımdan ve iyi dezenfekte edilmediğinden (50-70 °C sıcaklıkta suyla) dolayı kirli bulunmuştu.
Kısa süre sonra Sağlık Bakanlığı, yapılan ikinci kontrollerde damacana su üretimi durdurulan 12 firmanın problemini giderdiği tespit edildiğinden, yeniden damacana su üretimine başlamasına müsaade edildiğini bildirdi[9]. Kısa sürede unutulan skandalın ardından geçtiğimiz günlerde Gıda Güvenliği Hareketi tarafından yapılan 1 yıllık bir çalışmanın sonucunda oluşturulan Ambalajlı Sular Raporu gündeme geldi. Gıda Güvenliği Hareketi Başkanı Kemal Özer, raporu duyurduğu toplantıda “Sağlık Bakanlığı’nca yapılan resmi analiz sonuçlarına göre, Türkiye’de büyük bedeller ödeyerek satın aldığımız sular; kimyasal, biyolojik ve radyoaktif kirlilik açısından güvenle içilebilir olmaktan çok uzak” dedi. Rapora göre Sağlık Bakanlığı’nın kendi analiz verileri incelediğinde bile Türkiye’deki su varlıklarının aşırı derece kimyasal ve radyoaktif kirliliğe maruz kaldığı görülüyor” dedi.
Rapora göre su markalarının büyük çoğunluğu (197 tanesi) ne ulusal ne de uluslararası standartlara uyuyor. İncelenen su markalarında yaklaşık 30 farklı kimyasal kirleticiye rastlanmış. Akrilamid açısından 58 su markası (ABD – Çevre Koruma Ajansı) EPA standartlarına uygun çıkmazken, bir tanesi ilgili parametrede Yönetmelik, Avrupa Birliği ve Dünya Sağlık Örgütü kriterlerine de uymuyor. Akrilamid sinir sistemi, kan sorunları ve kansere neden olan bir madde. Bu madde kanalizasyon ya da atık su arıtımı sırasında suya katılıyor. Bazı fimaların sularındaki benzo(a)piren, amonyum, civa ve nitrat değerleri de TSE’nin, Dünya Sağlık Örgütü’nün standartlarına uymazken, ve EPA’nın belirlediği standartların çok üstünde.
Daha da kötüsü bu sularda izin verilen sınırın 100 katı kanserojen madde var. 31 su markası ise TSE ve Yönetmeliğin nitrit sınırlarını aşıyor. Bir başka kanserojen madde epikloridin parametresine baktığımızda ise tam 83 su markasının EPA’nın öngördüğü değerlere uygun olmadığını, bunlardan birinin izin verilen sınırın tam 100 katı değeriyle Yönetmeliğe, AB ve DSÖ’nün kriterlerine de uymadığı görülüyor. Bunları tetrakloretan, trikloretan, trihalometan ve vinil klorür gibi maddeler izliyor. Bu maddelerin sınırları çoktan aşılmış durumda. 31 su markası Sağlık Bakanlığı’na ait Yönetmeliğin pestisitler konusundaki hükümlerine aykırı olarak pazarlanıyor. Suların bir bölümü de TSE, Yönetmelik ve AB standartlarının üstünde PAH (Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar), klorür, sülfat, bakır, demir ve mangan içeriyor. Genel olarak bakıldığında 59 su markası, Sağlık Bakanlığı “İnsani Tüketim Amaçlı Sular Hakkında Yönetmelik” hükümlerine uygun olmayıp, kimyasal terkipleri izin verilen sınırları aşıyor. Buna rağmen Sağlık Bakanlığı bu suların pazarlanmasına göz yumuyor.
Temiz ama fakirleştirilmiş sular
Tabi tek mesele suların temiz olmaması değil. Söz konusu içme suları mineral içeriği bakımında fakir ve doğallığını kaybetmiş durumda. İçme suları için aranan en önemli özellikler şunlar: nötr olması (PH değeri 7-7.5); içinde yeteri miktarda kalsiyum ve magnezyum tuzları barındırması; su kaynağın beslenme alanında, kirletici özellikteki yerleşimler, tarım alanları ve endüstri kuruluşlarının bulunmaması. Avrupa Birliği ve Dünya Sağlık Örgütü (WHO) standartlarına göre içme suyun sertliği en az 10 FSº sertlik derecesinde olmalıdır. Eskiden Sağlık Bakanlığı’nca düzenlenen Menba Suyu Yönetmenliği’nde suların sertliğinin 0-10 FSº arasında olması şartı varken, sonra sertlik üst sınırı kaldırıldı, fakat alt sınır konmadı. Zaten Türk damak tadı da yumuşak diye tabir edilen asidik suyu tercih ediyor. En çok satan menba suları 1-1,5 (FSº) Fransız sertlik derecesi arasında. Bu derece son derece düşük. Hatta geçmişte “yönetmelik gereği,” şimdi de “Türk Standartları” gereği düşük sertlikli suların içilmesi teşvik ediliyor[10]. Yumuşak ya da asidik su mineral içeriği bakımından fakir ve insan sağlığına faydalı değil. Bu sular insan yaşamı için önemli olan kalsiyum ve magnezyum içeriği bakımından son derece fakir. Hemen belirtelim ki bir insanın günlük kalsiyum ihtiyacı olan 1000 mg’ın yaklaşık %20’si ve magnezyum ihtiyacı 200-400 mg’ın bölümü içme suyundan karşılanıyor. Ambalajlı sular ozonlama sonucunda da doğal özelliğini kaybediyor. Ozonlamayla birlikte su sadece steril hale getirilmiyor, aynı zamanda şişelendikten sonra aylarca bekletilebiliyor. Yani raf ömrünü uzatmak için de sular ozonlanıyor. Ozonlama yöntemiyle bakteriyolojik yönden arıtılan ve doğallığını yitiren bu sular, deterjan, herbisit ve pestisitler yönünden ise hiç kontrol edilmiyor. Yani ambalajlı suların ozonlanıp bakterilerden arındırılması yetmez. Bunların bir de kimyasal nitelik yönünden incelenmesi ve Avrupa Birliği ve Dünya Sağlık Örgütü standartlarında sağlıklı olup olmadıklarının saptanması gerekir.
Ambalajlı sularla ilgili diğer gerçekler
Demek ki kalite ve sağlık açısında ambalajlı su iddia edildiği gibi temiz değil. Bir de buna fiyat unsurunu katarsak, durum daha da vahimleşiyor. Büyük kısmı şebeke sularıyla aynı kaynaktan gelen ambalajlı sular, musluk suyundan 500 kadar daha pahalı. Bir de kopan her skandalın ardından su fiyatları daha da artıyor. Son skandaldan sonra Gümüş Memba Suyu’nun kurucu ortağı Gökay Gecebeği kullanılmış damacanaların yıkama süresinin artırılmasıyla sektörün hem yeni makine yatırımının, hem de su kullanımının artacağını bu durumun da suya %15-20 zam olarak yansıyabileceğini söylemişti[11]. Nitekim öyle de oldu. Üstelik doğada yüzyıllarca çözünmeden kalan ambalajlar birikime neden olup muazzam bir kirlilik yaratıyor. Bunun dışında tüm insanlar, canlılar ve gelecek kuşaklara ait olan kamu varlıklarını kirletip tüketerek para kazanan ve zenginleşen şirketler söz konusu. Bu ekolojik adaletsizlik gittikçe büyüyor ve geleceğimizi tehlikeye atıyor.
Su yönetiminde acı gerçekler
Gıda Güvenliği Hareketi tarafından hazırlanan Ambalajlı Su Raporu’nda su firmaların ürünlerini biyolojik, kimyasal ve radyoaktif kirlilik açısından incelenmesi süreci şöyle özetleniyor[12]:
“kendi analizlerimizi yaptırmak istediğimizde şehir şebeke suları hariç pazarlanan diğer suların tümünün tam analizinin yapılması durumunda 1.3 milyon TL civarında bir bütçe karşımıza çıktı. Bunu hiçbir şekilde karşılamamız mümkün değildi. Bakanlık ise ücretsiz analiz yapmayı reddetti. Bu durumda tek bir veri toplama seçeneği kalmıştı: Bakanlığın mevzuat gereği yaptığı periyodik analiz raporlarını elde etmek. Bu kapsamda ilk olarak firmaların internet siteleri taranmış ve sitelerinde analiz belgelerini yayınlayan az sayıdaki firmanın belgeleri sitelerinden temin edilmiş, diğer firmalardan ise e-posta ve telefon aracılığıyla analiz raporlarının gönderilmesi talep edilmiştir. Firmaların önemli bir bölümü raporlarını paylaşmaktan kaçındıkları gibi nezaketsiz, tehdit içerikli cevaplar da göndermişlerdir. Bu kez satış noktalarından müşteri kılığıyla talep edilmiş, önemli bir bölümü vermekten imtina etmiştir. Veri toplamadaki yaşanan güçlükler üzerine su ruhsat ve analizlerden sorumlu olan Sağlık İl Müdürlüklerinin siteleri incelenmiştir.”
Bunun ardından eksik kalan bilgilerin tamamlanması için Sağlık Bakanlığı’na bilgi edinme müracaatında bulunan Gıda Güvenliği Hareketi yetkililerine Bakanlıkça herhangi bir bilgi vermeyen bir cevap yollanmış. 13.09.2012 tarih ve 6959 sayılı cevapta yetkililere İl Sağlık Müdürlüklerine başvurmaları söylenmiş. Yetkililer bu kurumlardan bilgi talebinde bulunduğunda ise şu cevap gelmiş:
Su firmalarına ait ruhsata haiz analiz sertifikaları, ticari firmalar bakımından faaliyetlerine ilişkin ticari sır mahiyetindedir. Dolayısıyla da yetkilendirilmemiş kimselerin öğrenmesinde kamusal bir menfaat görülmemektedir[13].
Vatandaşının sağlını şirketlerin ticari itibarına feda eden bir yönetim anlayışının ürünü olan bu açıklama halkın sağlığıyla ilgili kararların nasıl alındığını açıkça ortaya koyuyor. Yani Gıda Güvenliği Hareketi, damacana sulardaki kirlilik kadar tehlikeli olan bir başka skandalı daha ortaya çıkartmış oldu[14]; yönetimsel hatalar ve aksaklıklar. Bakanlıktan suyla ilgili herhangi bir bilgi istendiğinde, Sağlık Bakanlığı 4982 sayılı yasanın emredici hükümlerine rağmen kendi teşkilatlarında bulunan verileri göndermek yerine topu İl Müdürlüklerine atarak, kendi hukuğunun bile dışına çıkıyor. Konya, İstanbul, Aydın, Tokat gibi bazı İl Sağlık Müdürlükleri, ambalajlı sulara ait “Ruhsata Esas Analiz Sertifikalarıcnı ve etiket örneklerini kurumsal internet sitelerinden kamuoyuyla paylaşırken, diğerleri toplum sağlığını birebir ilgilendiren bir konuda analiz verilerini kamuoyundan “ticarî sır” diyerek gizliyor. Sağlık Bakanlığı tarafından yayınlanan Temmuz 2012 tarihli “Doğal Mineralli Sular”, “İçme Suları” ve “Kaynak Suları” ruhsatına haiz 264 su firması listesine bakıldığında listede yer almadığı halde faaliyet gösteren firmalara rastlandığı gibi, listede yer aldığı halde faaliyette olmayan firmalar da mevcut. Su toplama işlemini bilen herhangi bir kişi ruhsat alan firmaların ruhsatlandırma esnasında ölçülen kaynak debisi verilerini toplayabilirken, Sağlık Bakanlığı ve Maliye Bakanlığı’nın bu veriye sahip olmaması en hafif tabiriyle bir “başı boşluk” olsa gerek. Akla tek bir soru geliyor. Ne şeffaf, ne de sorumlu olduğu alanın bilgilerinden haberdar olan bu kurumlara vatandaş nasıl güvensin?
Sudaki kirliliğin suçlusu medya ve STK’lar mı?
Sağlık Bakanlığı Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği tarafından söz konusu raporun haksız iddialarda bulunduğu şu sözlerle ifade edildi: “verilerin kaynağı, analiz metodu, analizi yapanların yetkinliği, laboratuar koşulları vb. değerlendirildiğinde raporun bilimsel bir dayanaktan yoksun olduğu görülmüştür”[15]. Yapılan basın açıklamasında Sağlık Bakanlığı’nda 1200 saha çalışanı ve 1500 laboratuar görevlisi olduğu söyleniyor. Nüfusu 80 milyona ulaşan ve bine yakın ilçesi bulunan bir ülkede bu sayılar devede kulak kalıyor. Sağlık Bakanı ayrıca İçme-kullanma sularının takibini düzenleyen mevzuatın Avrupa Birliği standardında usul ve esaslar içerdiğini belirtiyor. Görünen o ki Sağlık Bakanlığı mevzuatın ayrı, uygulamanın ayrı olduğunu kabul etmek istemiyor.
SUDER de rapora ilişkin çeşitli ithamlarda bulunup, “Sözde raporlarla tüketiciler tedirgin ediliyor” diyor. Bu çıkış, 2011 şubatında Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin (TOBB) başı çektiği bir dizi sendika ve derneğin “Gıdada küresel üretim üssüyüz, ‘Türk Malı’ imajını bozmayalım”[16] şeklinde özetlenebilecek tutumunu andırıyor. SUDER Başkanı İsmail Özdemir rapora ilişkin şu sözleri söyledi: “Bu sözde rapor; ambalajlı su sektörünün tümüne, yetkili otoritelere ve hepsinden önemlisi insanımıza yapılmış açık bir saldırıdır. Böylesi sözde raporlarla sektörümüzün karalanmasına ve tüketicilerimizin yanıltılmasına izin verilmemelidir!”. Özdemir “sözde rapor” denilerek karalanan belgede verilen bilgilerin tamamının varsayımlara, iddia sahiplerinin kendi yorumlarına dayanarak yapıldığını ve hiçbir bilimsel dayanağının bulunmadığını belirtti[17].
Kısa süre sonra bilim ve akıldışılık iddialarına Gıda Güvenliği Hareketi yetkilileri tarafından cevap geldi[18]:
“Bakanlık tümüyle kendi verilerine dayanan raporumuzu ‘akıl dışı’ olarak itham etmiş ve ‘bilimsel’ bulmamış.Ne var ki raporumuza kaynaklık eden tüm veriler Sağlık Bakanlığı personelince alınmış numuneler olup, analizlerde Sağlık Bakanlığı’nın laboratuarlarında yapılmış resmi analizlerdir. Eğer sonuçlarda bir ‘akıl dışılık’ var ise bu ‘akıl dışılık’ analiz çalışmasının yapanlara aittir. Üstümüze alınmıyoruz.”
Belediyeler temiz ve içilebilir suyu şebekelerle sağlamalı
2012 temmuz skandalın ardından Sağlık Bakanlığı Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Çevre Sağlığı Daire Başkanı Hüseyin İlter sorunun yıkama aşamasında tespit edildiğini belirtmiş[19], böylece ambalajlı su sektöründeki krizin faturası damacana şişelere yüklemişti. Skandala çözüm olarak da damacana suların uygun ortamda üretimi ve dağıtımı için Sağlık Bakanlığı tarafından bir dizi önlem uygulama kararı alınmıştı. Bunların hiçbiri hala uygulanmıyor olması bir yana, çoğu dişe dokunur yöntemler bile değildi. İçlerinde en anlamlı olanı damacanalara üretim tarihi gibi bilgilerin yer aldığı birer kimlik verilecek olmasıydı. Böylece damacanalar tıpkı ilaçlar gibi takip sistemiyle izlenecek ve vatandaşların bu bilgilere cep telefonundan bile ulaşabileceklerdi.
Ancak böylesi bir krizin çözülmesi için daha kökten değişimlere gerek var. Öncelikle ambalajlı su sektörüne yeniden bir bakmak gerek. ambalajlar içindeki suların çoğunun kirli, mineral içeriği fakir, doğallığını yitirmiş asidik sular olduğu ortada. Üstelik bu sektörün ekolojik ayakizi şebeke suyuna göre kat be kat fazla. Buna fiyatının da yüzlerce kez fazla olduğu gerçeğini eklediğimizde, ambalajlı suda ısrarın tek dayanağı şebeke sularına karşı güvensizlik olarak kalıyor. Bu güvensizliğin tarihsel olarak bir takım haklı nedenleri olsa da, kamuya yapılacak yatırımlarla bunların önü alınabilir. İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi (İSKİ), her gün 500 kadar farklı noktadan numuneler alıp, suyun güvenilirliğini kontrol ediyor. Yani kapımıza kadar gelen su temiz. Ancak çoğu durumda binaların su boruları veya depolarındaki sorunlar suyun kirlenmesine yol açıyor. Bu altyapıların iyileştirilmesi için gereken düzenlemeler yapılırsa sorunların büyük bölümü ortadan kalkacak, vatandaşlar da daha temiz, ekolojik ayakizi daha küçük ve fiyatı daha ucuz şebeke suyunu tercih edecektir. Yoksa aynı suya yüzlerce kat daha fazla ödeyip, doğayı ve kendimizi binlerce kez daha fazla kirleterek varolan su varlıklarımızı da tüketeceğiz. Bu düzenlemelerin var olabilmesi için yeterli miktarda temiz su parayla alınıp satılan bir ekonomik meta değil, Anayasa’da yer alan bir insan hakkı olmalı.
Dr. Akgün İlhan ve Nuran Yüce
Son notlar
[1] “Damacana ve şişe su firmaları, en kârlı günlerini yaşıyor”, Haber Aktüel, 31 Temmuz 2007, http://www.haberaktuel.com/damacana-ve-sise-su-firmalari,-en-karli-gunlerini-yasiyor-haberi-83397.html
[2] DSİ (2009). Su ve DSİ. Ankara: DSİ Yayınları.
[3] Çınar, T. (2006). Neoliberal su politikaları doğrultusunda İller Bankası, DSİ ve belediyelerin değişen rolü. TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası Bülteni 3: 70-78.
[4] TMMOB (2009). Küresel su politikaları ve Türkiye. Ankara: TMMOB Yayınları.
[5] Akgün İlhan (2011), Yeni bir Su Politikasına Doğru: Türkiye’de Su Yönetimi, Alternatifler ve Öneriler, İstanbul: Sosyal Değişim Yayınlar. http://www.suhakki.org/wp-content/uploads/2012/02/yenibirsupolitikasi.pdf
[6] “En güvenilir su musluk suyu”, Mine Şenocaklı, Vatan, 30 temmuz 2012, http://haber.gazetevatan.com/en-guvenilir-su-musluk-suyu/468920/4/Haber
[7] “İçtiğimiz sudaki diğer büyük sorun”, Behiç Çongar, Taraf, 12 Eylül 2012, http://www.taraf.com.tr/haber/ictigimiz-sudaki-diger-buyuk-sorun.htm
[8] Damacana Suları Temmuz 2012 Piyasa Denetim Raporu http://www.thsk.gov.tr/tr/index.php/haberler/265-damacana-su-verileri-temmuz-2012-piyasa-denetim-raporu
[9] “Damacana suda 12 firmaya yeniden izin”, Haberaj, 12 Ağusto 2012, http://www.haberaj.com/yasam/14137/damacana-suda-12-firmaya-yeniden-izin
[10] “İçtiğimiz sudaki diğer büyük sorun”, Behiç Çongar, Taraf, 12 Eylül 2012, http://www.taraf.com.tr/haber/ictigimiz-sudaki-diger-buyuk-sorun.htm
[11] “Damacana skandalı zam olarak döndü”, Mynethaber, 01 Ekim 2012, http://www.suhakki.org/2012/10/damacana-skandali-zam-olarak-dondu/#.UP1XT2c8opw
[12] Ambalajlı Su Raporu (Ocak, 2012), Gıda Güvenliği Hareketi, (sayfa: 5) http://www.gidahareketi.org/su/ambalajli_sular_raporu.pdf
[13] Gıda Güvenliği Hareketi yetkililerinin su şirketlerinin analiz sertifikalarını inceleme talebi üzerine Sakarya Halk Sağlığı Müdürlüğü’nün 03.10.2012 tarihli yazısından alıntıdır. Kaynak: Ambalajlı Su Raporu (Ocak, 2012), Gıda Güvenliği Hareketi, http://www.gidahareketi.org/su/ambalajli_sular_raporu.pdf
[14] Ambalajlı Su Raporu (Ocak, 2012), Gıda Güvenliği Hareketi, (sayfa: 5) http://www.gidahareketi.org/su/ambalajli_sular_raporu.pdf
[15] “Sağlık Bakanlığı’ndan damacana su açıklaması”, Haber 7, 17 Ocak 2013, http://www.haber7.com/genel-saglik/haber/978458-saglik-bakanligindan-damacana-su-aciklamasi
[16] “Gıdada küresel üretim üssüyüz, ‘Türk Malı’ imajını bozmayalım”, Hürriyet, 24 Şubat 2011, http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/17104486.asp
[17] 17 Ocak 2013 tarihli SUDER basın bülteni http://www.suder.org.tr/basin/suder_basin_bulteni_17012013.pdf
[18] “Sağlık Bakanlığı’nın ‘akıl dışı’ açıklamasına cevap”, 18 Ocak 2013, http://www.gidahareketi.org/Gida-Hareketi-nden-Su-Raporu-Tepkilerine-Cevap-1632-haberi.aspx
[19] “Bakanlıktan çok önemli açıklama”, Hürriyet, 7 Ağustos 2012, http://www.hurriyet.com.tr/saglik/21169906.asp