Özel günler kimine kendini anaakıma bırakma, kimine de toplumun samimiyetini sorgulama fırsatı tanıyor. Ben ikinci gruptayım. Özel günlere karşı özel bir rahatsızlık hissetmeye başlayalı epey bir zaman oluyor. Belki yaş ilerledikçe insan riyakârlığa tahammül edemez hale geliyor da ondan. Belki ilerleyen yaş değil de, riyakârlığın ta kendisi.
İki gün önce 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’ydı. Bu sene bu iki modüllü etkinliğin “ulusal egemenlik” kısmını teğet geçip, “çocuk bayramı” bölümünde takıldım. Ülke ölçekli bir parodi bütün sıkıcılığıyla tekerrür ediyor, herkesin bildiği ama yüksek sesle telaffuz etmekten kaçındığı muazzam bir riyakârlık dalgası ayyuka çıkıyordu. Çocuklar radyoda müzik programları sunuyordu. Televizyon kanallarında bir kaç saatliğine vali, belediye başkanı veya başbakan olan öğrencilerin videoları tekrar tekrar gösteriliyor, sokaktan geçen çocuklarla “Başbakan olsaydın ne yapardın?” gibi beylik sorular eşliğinde kısa röportajlar yapılıyordu. Yılın 364 günü 893 bin çocuk işçisi olan ülke, bir günlüğüne refahın ve demokrasinin kalesine dönüşmüş, çocuklarını başbakan koltuğuna oturtuyordu. Çocuklar da durumun farkındaydı. Büyükler eğlensin diye ‘öyleymiş’ gibi yapıyor, oynatıldıkları oyuna kendileri de inanmıyordu. O erk koltuğuna ancak bir oyunun sahnesinde kısa bir süreliğine oturabileceğini biliyordu çocuklar. Seslerinin hiçbir zaman gerçekten dinlenmeceğinden de haberdardılar. Başbakan koltuğundaki öğrenci stresten ağlıyordu. Sosyal paylaşım sitelerinde ise çocukların Başbakan’a yazdığı mektuplardaki naiflik, beğenme butonlarının tıklarında rekorlara koşuyordu.
Oyun bittiğinde çocukları bekleyen dünya, büyükleri bekleyenden farksızdı. Çocukluğun hükmünün yılda birgün olduğu bir ülkede ne çocuk, ne de yetişkin olmak kolay değildi. Bu ülkenin, Cumhuriyet’in kuruluşunun 100. yıldönümünde varılacak “2023 hedefleri” vardı. Bu hedeflerden biri de ülkedeki akarsuların yüzde yüz kullanılmasıydı. Sayısı şimdiden iki bini bulan HES’lere sadece on sene içinde bir o kadar daha eklenecekti. Yaşam kaynağı su, toprağa değmeden borulardan akacak; hayatın değil, enerjinin hammaddesi olacaktı. Buna karşı çıkanlar terörist olmakla, vatanhainliğiyle veya servet düşmanlığıyla itham edilecek; bazen gözaltına veya hapse, bazen de biber gazına ya da kurşunlara maruz kalacaktı. 2023’te, o kutlu yılda, enerjide dışa bağımlıklıktan kurtulmak hedefleniyordu. Bunun gerçekleşmesi için de on sene içinde Bartın’da, Gerze’de ve daha pek çok kentte tüm Avrupa kıtasında yapılması planlanandan daha fazla sayıda termik santrali inşa edilecekti. On sene içinde enerji talebi iki katına çıkacak ülkeye bu da yetmeyecek, Sinop ve Mersin’de yaşam pahasına nükleer santraller kurulması gerekecekti. Rüzgar enerjisiyle, güneşle uğraşılacak vakit yoktu. Çeyrek asırlık Çernobil faciasının hâlâ yaşanan acılarının ve Fukuşima felaketinin üzerinden sadece iki sene geçmiş olmasının bir ehemniyeti yoktu. Zira Türk’e birşey olmazdı.
Bu ülkede bir de şiddeti artmakta olan bir iklim krizi vardı. Ülkenin yetkilileri o nedenle karbon emisyonlarını azaltmak için “temiz” enerji lafını ağızlarından düşürmüyordu. Orman ve Su İşleri Bakanı iklim değişikliği ile mücadelenin en etkin yolunun hidroelektrik enerjiden faydalanmak olduğunu söylüyor; “bugüne kadar işletmeye aldığımız hidroelektrik santraller sayesinde yılda 40 milyon ton karbon salınımını önledik” diyerek övünüyordu. Ancak şu tesadüfe bakınız ki dünyada karbon salımlarını en hızlı artıran ülke de bu ülkeydi. Burada koruma altında tutulması gereken sulak ve ormanlık alanlar ülke topraklarının sadece %4’ünü oluşturuyordu. Bu oran dünya ortalaması %12’inin çok altındaydı. Ancak o da fazla gelmiş olacak ki, yeni çıkan “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu” ile birlikte ülkenin can damarları ve akciğerleri de, adına tezat biçimde, korumaya değil kullanıma açılıyordu. Aynı bakan bu sefer de “Biz 500 bin hektarlık alanı bu yıl ormanlaştırdık. Bizim düşüncemiz 20-25 milyar TL geliri olur” diyor, ‘ağaç tarlası’ ile ormanı bir tuttuğunu da onaylamış oluyordu.
Bu öyle bir ülkeydi ki çocuklara bir günlük bir bayram armağan ederken, onlarının bütün geleceğini çalıyordu. Bu ülkenin yöneticileri, çocuklarına yağmuru yağmayan, suyu toprağa değmeden borulardan akan, ormanı, biyoçeşitliliği ve sosyal-ekolojik adaleti olmayan bir ülke bırakıyordu. Bu ülkenin vatandaşları, suyu, havası ve toprağı kirlenmiş ve tükenmiş bir ülkenin yaratılmasında bizzat rol alıyor ama “yıkım, kalkınmanın kaderidir” deyip, kendilerini anaakımın konformizmine bırakıyorlardı.
Bütün bu yokluğun içinde bu ülkede en bol olan şey riyakârlıktı. İşte çocuklar da bunu büyükler kadar iyi biliyordu. Ve o kutlu günde ‘öyleymiş’ gibi yaparken yetişkinliğe adım atıp, büyüyorlardı.
Akgün İlhan
Kaynak: marksist.org