Küresel ısınma, insan türü olarak varoluşumuzu tehdit ediyor. Kuraklık, seller ya da fırtınalarla “ayağınızı denk alın” mesajı gönderen gezegen hiçbir siyasi sınır da tanımıyor üstelik. Kuraklık ya da seller kapıyı çalmışsa zengin ya da yoksul, demokratik ya da otoriter bir ülkede yaşıyor olmanız hiçbir anlam ifade etmiyor. Hindistan’ın en yoksulları aşırı sıcaklarda yaşamını yitirirken, baskıcı Kuzey Kore’de 100 yılın en kurak günlerinde pirinç tarlaları kuruyor. Dünyayı en çok kirleten ve iklim değişikliği konusunda en duyarsız olan ABD’de ise, Kaliforniya’nın dünyanın en büyük on ekonomisi arasında olması, son 1200 yılın en kurak ve en susuz günlerinin yaşanmasının önüne geçemiyor.
Kaliforniya kavruluyor. 2015 yılı ardı ardına yaşanan dördüncü kurak yıl. En kötüsü de kısa sürede kuraklığın sona ereceğine dair umutların tükenmiş olması. Bu yıl Mart ayında en az 20 yıl sürebilecek mega kuraklık uyarısı yapıldı. Daha kötüsü de var. Uzmanlar, 850 ile 1300 yılları arasında ABD’nin Kaliforniya’yı da kapsayan güneydoğu bölgelerinde yaşanan, en az 200 yıl devam eden ve 13.yüzyılda Anasazi Medeniyeti’nin çöküşüne yol açan kuraklığın bir benzerinin yaşanabileceğini belirtiyor.
ABD’nin tarımsal üretim ihtiyacının yarısından fazlasını karşılayan Kaliforniya’da ihtiyacı en çok duyulan varlık su. Kaliforniya’da su varlıkları rekor seviyelere düştü. Su kıtlığına çözüm olarak eyalet düzeyinde zorunlu su kesintisine gidildi. Şehirlerin ve hanelerin su tüketimlerinde %25’lik bir kesintiye gitmeleri gerekiyor. Ancak, bu kesintiler kuraklığın yükünü sadece hanelerin omuzlarına yüklüyor. Su tüketiminin büyük bir kısmından sorumlu olan ve küresel ısınmanın ortaya çıkmasında asıl pay sahibi olan şirketler bu kesintilerden muaf.
Mesela, günde 2 milyon galondan fazla tatlı su kullanan petrol ve gaz endüstrisi bu kesintilerden muaf.
Mesela, geçtiğimiz haftaya kadar, Kaliforniya’nın suyunun %80’inini kullanan tarım endüstrisi bu kesintilerden muaftı.
Mesela, lağım sularının arıtılıp içme suyu olarak kullanılmasının düşünüldüğü eyalette, Nestlé gibi büyük su şirketleri bu kesintilerden muaf. Eyaletin suyunu ambalajlayıp dünyaya satmaları ve bundan kâr etmeleri dünyanın en normal şeyiymiş gibi görülüyor. Bu hikaye bize çok tanıdık geliyor. 2014 yılında İstanbul barajlarının su seviyesi %17’lere düştüğünde, İBB’ye bağlı bir kamu iştirakı olan Hamidiye Su A.Ş. de dünyanın 40’tan fazla ülkesine su satıp kârına kâr katıyordu. Aynı vakitlerde, Kadıköy’de ise insanlar duş almak için parayla aldıkları damacana suyu kullanıyordu.
Kaliforniya’da insanlar şu sorunun cevabını arıyor: suyumuza ne oldu?
Toplumun belli kesimlerinde öfkenin yöneltildiği adres doğru. Kuraklık şartlarında kârını artırmaya devam eden şirtketler eleştirilerin hedefinde. İnsanlar temel ihtiyaçlarına yetecek miktarda suyu ancak bulabilirken “cezası neyse öderiz” diyip malikanelerinin çimlerini yeşertmeye, havuzlarını doldurmaya devam eden Beverly Hills sakinleri eleştirilerin hedefinde. Kuraklığın tüm yükünü tek tek bireylerin omuzlarına yükleyip şirketlerin yoğun su tüketimine göz yuman yönetimler eleştirilerin hedefinde.
Kaliforniya’da insanlar öfkeli. Herkes bitmek bilmeyen bu kuraklık durumunun hesabını kesecek bir suçlu arayışında. Kaliforniya’da geçen yıldan bu yana televizyonlarda ve sosyal medyada dönen 30 saniyelik bir kamu spotu suçluyu bulduğunu iddia ediyor.
Bu kamu spotunda, 8-10 yaşlarında bir erkek çocuğu, kaygılı bir yüz ve ağlamaklı bir ses tonuyla şu soruyu soruyor: “Kaliforniyalıların bu kadar az çocuğu varsa Kaliforniya neden bu kadar kalabalık ve neden yeteri kadar suyumuz yok?” Tüm soruların yanıtını bilen dış ses cevap veriyor: “Kalfiforniya’nın nüfus artışının %98’i dış göçlerden kaynaklanıyor. Haydi, göçü durduralım ve yarınlara daha güzel bir Kaliforniya bırakalım!”. Nüfus İstikrarı için Kaliforniyalılar adlı ırkçı grup bilimselliği kendinden menkul verileriyle yeni günah keçisini bulmuş: göçmenler!
Uzmanlara göre, bu veriler gerçeği yansıtmıyor. Aksine, dış göçün son 15 yılda bir düşüş yaşadığı, dışardan gelen nüfusta yıllık 50.000’lik bir kayıp olduğu belirtiliyor. Üstelik, Kaliforniya’da suyun %80’i tarım sektöründe kullanılıyor ve tarım ürünlerinin çok önemli bir kısmı da ihraç ediliyor. Göçmen nüfusun mevcut suyun en fazla %5’ini kullandığı düşünüldüğünde bu argümanın saçmalığı daha da netlik kazanıyor. Konut kullanımlarına giden %14’lük suyun kullanımında da göçmenlerin payı beyaz-orta sınıf vatandaşlara oranlara çok düşük. Yoğun su kullanımını gerektiren golf sahalarıyla göçmenlerin hiçbir ilgisi yok. Birkaç ailenin birlikte yaşadığı göçmen evleri yoğun su tüketen tek aileli evlere kıyasla çok daha az su tüketiyor ve göçmenler havuzlu evlerde oturmuyor.
Irçılık, her zaman cehalet ve aptallıkla birlikte gidiyor. Yaşanan kuraklığı eşcinsel evliliklere ve kadınların kürtaj hakkına bağlayanlar bile var. Neyse ki şu günlerde bu tür argümanlar toplumun geniş kesimlerinde pek karşılık bulmuyor. Ancak, Kaliforniya’da yaşanan ciddi kuraklık ve su kıtlığında olduğu gibi toplumların umutsuzluğa kapıldığı dönemlerde, ırkçılık hızla güçlenebiliyor ve azınlık gruplara nefret ve şiddet olarak geri dönebiliyor. İşte bu yüzden, böyle dönemlerde ırkçıların argümanlarındaki saçmalığı ortaya koymak ve göçmen gruplarla dayanışmak çok daha önemli bir hale geliyor.
Küresel ısınmanın yol açtığı süreçler su ve gıdaya erişimi zorlaştırırken önümüzdeki dönemde yabancı düşmanlığı, göçmen karşıtlığı ve ırkçılığın giderek yükseleceğini tahmin etmek zor değil. İşte bu yüzden, gezegen ısınırken çevreci aktivistlerle ırkçılık karşıtlarının yolu aynı noktada kesişiyor. Küresel ısınma ağacı, suyu, toprağı ve tohumları için mücadele edenlerin derdi olduğu kadar yabancı düşmanlığı ve ırkçılığa karşı mücadele edenlerin de derdi olmalıdır. Yakın dönemde İrlanda su hakkı mücadelesinde, müştereklerimizi gasp edenlere ve ırkçılıkla bizleri bölenlere karşı, “Siyahlar ve Beyazlar. Birleşeceğiz ve kazanacağız!” diyen halkların dayanışması önemli bir ortak mücadele örneği olarak önümüzde duruyor.
BM Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin raporuna göre, küresel iklim değişikliğinin en önemli sonuçlarından biri büyük ölçekli nüfus hareketlerine yol açacak olması. Küresel iklim değişikliği dünyanın kimi yerlerinde şiddetli kuraklık ve çölleşmeye neden olurken kimi yerlerde de şiddetli yağışlar, kasırgalar ve sellere neden oluyor. Şiddetli iklim olaylarının insanların temel ihtiyaçlarını karşıladığı ekosistemleri vurarak, tarım arazilerini ve su varlıklarını olumsuz etkilemesi göç olgusunu kaçınılmaz hale getiriyor.
Milyonlarca insan önümüzdeki yıllarda yaşamak için daha güvenli yerler bulmak üzere evlerini hiç dönmemecesine terk etmek zorunda kalacak. Bu süreç aslında çoktan başlamış durumda. Uluslararası Göç Örgütü’nün hazırladığı bir rapora göre; kirlilik, çölleşme ve doğal afetler nedeniyle evini terk etmek zorunda kalanların sayısı 1990 yılında 25 milyonu bulmuştu. Bugün ise yaklaşık 50 milyon insanın evlerini terk etmek zorunda kaldığı belirtiliyor. 2050 yılında ise iklim mültecilerinin sayısının 200 milyonu bulacağı tahmin ediliyor.
Milyonlarca insan hiç katkıda bulunmadıkları bir sorunun sonuçlarına katlanmak durumunda. Bir ada devleti olan Tuvalu’da deniz seviyesinin yükselmesiyle birlikte insanların önemli bir bölümü Yeni Zelanda’ya göç etti. Kuraklığın ve açlığın hayatı felç ettiği Somali’de ise 50.000 kişi Kenya’ya sığındı. Uluslararası Göç Örgütü’nün raporuna göre, göç hareketliliği konusunda en hassas bölgeler şöyle belirtiliyor: Tuvalu ve Maldivler gibi ada devletler, Afrika’nın Sahel bölgesi ile Meksika’daki kurak bölgeler, Bangladeş ile Vietnam ve Mısır’daki delta bölgeleri gibi bölgeler.
Küresel ısınma sadece doğal felaketler yoluyla değil, bölgesel iklimlerde yarattığı değişikliklerin sosyal ve politik süreçleri tetiklemesi yoluyla da göçlere neden oluyor. Örneğin, 2006-2010 yılları arasında yaşanan kuraklığın Suriye Devrimi’ne giden zemini oluşturmadaki rolü pek çok uzman tarafından paylaşılıyor. Bu boyutta politik bir olgunun sadece küresel ısınmaya bağlanması elbette indirgemeci bir yaklaşım olacaktır. Ancak, olayı meydana getiren diğer girift politik, ekonomik ve sosyal süreçlerle birlikte iklim değişikliğinin etkileri de yadsınmamalı. Devrim öncesi dönemde bölge bugüne kadar kaydedilen en kurak dönemi yaşarken Suriye’nin kuzeydoğu bölgesinde tarım faaliyeti bitme noktasına gelmişti ve kuraklık Suriye nüfusunun yaklaşık olarak %60’ını etkilemişti. Su varlıkları ve besin kaynaklarının azalması ise insanların geçim kaynaklarını kaybetmesi ve 1,5 milyon insanın şehirlere göç etmesi sürecini tetikledi. Bu göç dalgasının kentlerde var olan sosyal ve ekonomik şartların daha da ağırlaşmasına neden olurken 2011 devriminin öfkeli ve zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayan kitlesinin harekete geçmesinde etkili olduğu ifade ediliyor. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin Ocak 2015 rakamlarına göre, iç savaşın başlamasından bu yana, Suriye’den göç edenlerin toplam sayısı 5 milyon olarak telaffuz ediliyor.
Türkiye, Irak, Ürdün, Lübnan ve Mısır’da mülteci olarak yaşamlarını sürdüren Suriyeli mülteciler yoksulluk, sosyal dışlanma ve ırkçılıkla mücadele ediyorlar. Bir diktatöre karşı ayaklanmaya giden yolu açan iklim değişikliğinin etkileri, gittikleri ülkelerde de mültecilerin peşini bırakmıyor. Mesela, uzun süredir ciddi bir su krizi yaşayan Lübnan’da susuzluktan en çok etkilenenlerin başında Suriyeli mülteciler geliyor. Zenginliğin dağılımının adil olmadığı bir dünyada, gezegen ısınırken azalan gıda ve su varlıklarından en az payı alacakların diğer ezilenlerin yanısıra mülteciler olduğunu tahmin etmek zor değil.
Isınan bir dünyada insanların zorunlu hareketliliği politik sınırların meşruiyetini daha fazla sorgulanır hale getirecek. Dünya üzerinde iklimin yollara düşürdüğü kitlelerin çoğalması dünya toplumlarında hoşgörünün ve paylaşımın sınırlarının da sınanmasına neden olacak. Ya herkesin herkese düşman olduğu; Thomas Hobbes’in doğa durumunda nitelediği “yalnız, yoksul, kötü, vahşi ve kısa” bir hayatı sürüyor olacağız ya da herkes için yaşanılabilir bir dünya inşa etmek için yeni bir başlangıç yapacağız. Bu noktada son zamanların en zihin açıcı kitaplarından biri olan “İşte Bu Herşeyi Değiştirir”in yazarı Naomi Klein’a kulak vermeden geçmek olmaz.
Klein, iklim değişikliğini uygarlığa yönelik bir uyanma çağrısı olarak yorumluyor. Klein’ın kitabının en özgün tarafı, varoluşu tehdit altındaki kürenin ardından ağıtlar yakmak ya da korkuları tetiklemek yerine, iklim değişikliğinin bize sunduğu tarih fırsatı göstermesi. Klein’a göre, iklim değişikliği gezegenimizin kapitalizmle savaşını apaçık gözler önüne seriyor. Klein, tarihin geldiğimiz noktasında, son derece varoluşsal bir tercih yapmak durumunda olduğumuzu söylüyor: “ya iklimin dünyamızdaki her şeyi değiştirecek ölçüde bozmasına göz yumacağız ya da bu kaderden kaçınmak istiyorsak ekonomimizdeki çok şeyi kökünden değiştireceğiz”. Peki bunu kimler yapacak? Klein’a göre, iklim adaleti için verilecek mücadele sadece çevrecilerin ilgi alanına sıkıştırılabilecek bir mücadele değil. İklim adaleti mücadelesi, yeni adil bir küresel sistemin yaratılmasında çıkarı olan herkesin paydaşı olacağı geniş kitlesel bir koalisyonunun öncelikli meselesi olmalı. Bu koalisyon; çevrecilerin olduğu kadar emeğin sömürüsüne karşı mücadele verenlerin, kuzeyin güneyi sömürüsüne dur diyenlerin, kadın ve LGBTİ özgürlüğü için mücadele edenlerin, göçmenlerin, mültecilerin, ırkçılık karşıtlarının ve sistemin ezdiği diğer tüm kesimlerin koalisyonu olmalıdır.
Bu yıl Aralık ayında hükümetlerin yeni bir iklim anlaşmasını kabul edeceği uluslararası müzakereler öncesinde, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de Naomi Klein’in işaret ettiği tarzda bir koalisyon “İklim için ben de varım!” kampanyası ile vücut buluyor. Bugün 20 Haziran Dünya Mülteciler Günü’nde dünyayı kirleten şirketlere, şirketlerin çıkarlarını savunan hükümetlere, ırkçılığa, göçmen ve mülteci karşıtlığına karşı “İklim için ben de varım!”.
Gonca Şahin