Kaynak: Dünya Bülteni, 28 Haziran 2014
Tatlı su kaynakları, dünya su kaynaklarının sadece yüzde 2,5’unu oluşturuyor. Ancak tüm tatlı su kaynaklarının sadece yüzde 1’den azı ekosistemler ve insanlar tarafından kullanılabilecek durumda. Mevcut su kaynaklarındaki azalma,dünya ekonomik forumu tarafından yayınlanan 2013 küresel risk raporunda insanlığın gelecek on yıllar içinde karşı karşıya kalacağı en yüksek beş risk arasında yer alıyor.
Dünya genelinde tatlı su kaynaklarının kullanımının yüzde 70’ini, hatta bazı hızlı büyüyen ekonomilerde yüzde 90’ını tarımsal faaliyetler oluşturuyor. Fakat sürdürülebilir olmayan tarım uygulamaları hem tatlı su kaynaklarının kirlenmesine hem de arazilerin bozulmasına neden oluyor.
Arazi bozulması da su miktarının azalmasına ve kıyı alanlarında tuzlanmaya sebep olarak, kuraklığı meydana getiriyor. 2025 yılına kadar, artan su baskısına bağlı olarak dünya nüfusunun üçte ikisinin çölleşme, arazi bozulması ve kuraklığın etkilerine maruz kalacağı tahmin ediliyor.
Kurak alanlar özellikle su kıtlığı bakımından da tehdit altında. Sürdürülebilir kalkınma ve yaşam standartları açısından yılda kişi başına düşen su miktarı 2000 metreküp olmalı. Kurak alanlarda yaşayan insanlar ise sadece 1,300 metreküp suya erişebiliyor. Bu nedenle artan su kıtlığı ve kuraklık, iklim değişikliğinin bir sonucu olarak, gıda güvenliği, enerji durumu, siyasi istikrar ve barış süreçleri üzerinde sosyal ve ekonomik yönde olumsuz etkilere sahip olacak.
Ancak deprem ve diğer doğal afetlerin aksine kuraklık ve çölleşme öngörülebilir ve etkileri hafifletilebilir. Bunun yöntemleri ise; sürdürülebilir arazi yönetiminin teşvik edilmesi, erken uyarı sistemlerinin kurulması, tarıma ve hayvancılığa alternatif geçim yollarının teşvik edilmesi. Çölleşme, kuraklık ve su rezervlerinin azalması birleşmiş milletler gibi uluslararası örgütlerin de gündeminde.
1,5 MİLYON İNSAN ÇÖLLEŞME TEHDİDİ ALTINDA
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki Mun, 17 Haziran Çölleşme ve Kuraklıkla Mücadele günü dolayısıyla yayınladığı mesajda, Afrika’dan örneklerle, toprak verimliliğini artırmanın önemini vurguladı. Günümüzde verimliliği düşen toprakların yüzde 80’inin halihazırda tarım yapılan alanların parçası olduğunu kaydeden Genel Sekreter, “Söz konusu topraklar üzerinde 1,5 milyar insan yaşıyor, bunların büyük bölümünü de küçük çiftçiler teşkil ediyor” dedi.
Ban şöyle devam etti, “toprak geleceğe aittir, iklim de bunu kanıtlar. Bunu başarabiliriz. Burkina Faso, Nijer ve Mali yılda 5 milyon hektarlık verimsiz toprağı tekrar verimli hale getirerek bunu bize gösterdi. Bu ve bunun gibi diğer ülkeleri örnek alıp gelecek nesillere daha güvenli ve verimli topraklar bırakmalıyız.”
Yanlış tarım politikaları, çevre kirliliği ve iklim değişiklikleri dünya genelinde kuraklığı ciddi bir tehdit haline getirdi. Kaliforniya Üniversitesi’nin mayıs ayında “entegre kuraklık görüntüleme ve tahmin sistemi” kullanarak yayınladığı verilere göre, kuraklığın başladığı yeni bölgeler tespit edildi. Buna göre Kuzey Amerika’da yaşanan kuraklık bölgenin kuzeybatısına doğru yoğunlaşarak yayılıyor.
Güney Amerika’da kuraklık oranı ciddiyetini korurken bölgenin doğusuna doğru azalma görülüyor. Buna rağmen bölgenin kuzeyinde ve ekvator çevresinde kuraklıkta artış gözleniyor.
Afrika kıtasında kuraklık kuzeybatı ve güneyde varlığını sürdürürken Batı Ekvatoral bölgelerde de kuraklık başlangıcı görülüyor. Avrupa kıtasında Karadeniz bölgesinde koşullar düzeliyor. Batı Akdeniz kuşağında ve kıtanın merkezinde ise ciddiyetini koruyor.
Asya kıtasında Ortadoğu ve Hazar Denizi arasındaki bölgede olumlu gelişmeler yaşanıyor. Kıtanın güneydoğusundaki kuraklık kuzeydoğu yönüne ve Japonya’ya doğru yayılıyor.
Avustralya da kuraklığın şiddetli yaşandığı bölgelerden biri. Kıtanın güneyinin merkezi, batısı ve kuzeyinde kuraklıkta azalma görülse de, kıtanın doğu bölgelerinde tehdit artıyor.
TÜRKİYE’NİN İKLİMİ DEĞİŞİYOR MU?
İklim değişikliğinin Türkiye’yi de etkilediği görülüyor. Sağanak yağışın neden olduğu ölümler, dolunun zarar verdiği tarım alanları. Türkiye artık haziran ayındaki fırtına görüntülerine şaşırmıyor. Son bir hafta içinde Türkiye’nin dört bir yanından gelen felaket haberleri akıllara iklim değişikliğini getiriyor.
Uzmanlara göre Türkiye, yarı tropik iklim kuşağına giriyor. Bu nedenle, aşırı yağışlar, kuraklık, fırtına ve hortuma karşı uyarı yapılıyor. Meteoroloji uzmanları aslında 30. Enlemde başlayan tropik iklimin küresel ısınma nedeniyle yukarılara kaydığını, Türkiye’nin de giderek daha fazla tropik iklim etkisi altında kalacağını belirtiyor.
Çevre ve şehircilik bakanlığı 2010-2020 yılları için Türkiye’nin iklim değişikliği stratejisini açıklayan bir rapor yayımladı. Raporda iklim değişikliğinin çok ciddi çevresel ve sosyoekonomik sonuçlara yol açabileceğine, hatta ülkelerin güvenliğini tehdit edebilecek boyutta çok yönlü ve karmaşık bir sorun olduğuna vurgu yapılıyor.
Bu çerçevede Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın raporu iklim değişikliğine neden olan sera gazı emisyonlarının azaltılması ve iklim değişikliğiyle mücadele kapsamında uluslararası işbirliğinin öneminin altını çiziyor.
Türkiye’nin temel ilkeler kapsamındaki stratejik hedefleri
-Birleşmiş Milletler’e uygun olarak iklim değişikliğiyle mücadele ve uyum politikalarının kalkınma planlarına dâhil edilmesi,
– Sera gazı emisyonlarının azaltılması,
– Küresel iklim değişikliğinin olumsuz etkilerini azaltma ve bu etkilere uyum sağlamak için ulusal hazırlık seviyesi ve kapasitesinin artırılması,
– Azaltım, uyum, teknoloji transferi ve finansman ana başlıklarındaki küresel stratejilerin uygulanması,
– Azaltım ve uyum faaliyetlerini yürütebilmek için mali kaynaklara erişimin artması,
– Mevcut teknoloji ve kalkınma düzeyi göz önüne alınarak temiz üretime yönelik Ar-Ge ve inovasyon kapasitesinin geliştirilmesi.
Bakanlık, enerji, ulaştırma, sanayi ve atık alanlarında değişiklikler yapmaya hazırlanıyor. Kısa, orta ve uzun vadede uygulanması hedeflenen yol haritalarıyla daha yeşil politikalara geçilmesi amaçlanıyor. Bu çerçevede demiryolu, denizyolu ve havayollarının kullanımı artacak, geri dönüşüm yapılacak, temiz üretim teknolojileri tercih edilecek ve su kaynakları korunacak.
Çölleşmeyle mücadele için adımlarını hızlandıran Türkiye, Orman ve su işleri bakanlığı öncülüğünde dört farklı tematik çalışma grubu kurdu. Tarım arazileri-meralar-bozkırlar grubu, orman grubu, sulak alanlar-kıyı alanları ve kentler grubu, izleme değerlendirme grupları mart ve nisan aylarında 3 toplantı gerçekleştirerek uzmanlıkları konusunda yol haritası çizdi. Eylem planı son kez ilgili bütün kurumların görüşüne sunulacak ve nihai strateji yakın zamanda açıklanacak.
– İzlanda
– İsviçre
– Kosta Rika
– İsveç
– Norveç
– Mauritius
– Fransa
– Avusturya
– Küba
– Kolombiya
Kaynak: Çevresel Performans Endeksi – 2014
TUZ VE BAFA GÖLLERİ DE TEHDİT ALTINDA
Türkiye’nin gölleri de tehdit altında. Bu göllerin başında Tuz ve Bafa gölleri geliyor. Büyük Menderes nehrinden taze su verilememesi sonucu, Bafa gölü kendi biyolojik yenilenmesini sağlayamıyor. Bu nedenle göl dibindeki bazı bitki türleri çürüyor, çevredeki kötü koku giderek artıyor.
Son olarak kirliliğin üst seviyeye ulaştığı göl şimdi de köpürmeye başladı. Bafa Gölü’ndeki su yosunu, Kapıkırı ve Gölyaka yerleşim yeri kıyılarında birikerek balçık oluşturdu. Bölgeyi takipte tutan ekosistem gönüllüleri ise gölde canlı yaşamının bitmeye başladığı, gölün önce bataklık, ardından da kara formuna dönüşeceği uyarısında bulunarak, acil eylem çağrısı yaptı.
Çevredeki canlıların tehlikede olduğu belirtilirken, göldeki tehlike alarmı da en üst seviyeye çıkarıldı. Gölün biyolojik yenilenmesinin önünde birçok engel var. Uşak ve Denizli’nin sanayi atıkları ve aydın’ın evsel atıkları da Bafa Gölü’ne akıyor. Gölde her yıl, bahar ve yaz aylarında kirlilikten kaynaklanan zehirli alglerin aşırı artışına bağlı balık ve kuş ölümleri görülüyor. Bu süreçte gölün rengi yeşile dönüyor ve yüzeyi yosunlarla kaplanıyor.
2040’TA SU SAVAŞLARI BAŞLAYABİLİR
Su, eğer önlem alınmazsa önümüzdeki yıllar içerisinde petrolden daha değerli hale gelecek. Öyle ki, 2040 yılında talebe cevap veremeyecek hale gelecek olan su kaynakları için savaş çıkmasından endişe ediliyor.
Küresel ısınma dünya genelinde barajlardaki su oranını büyük ölçüde azalttı. Mevsim normallerinin üzerinde seyreden sıcaklıklar ve su oranının azalması, küresel ısınma ve su kıtlığı konularını tekrar gündeme taşıdı. Su sağlayıcısı şirketlerin, nehirlerdeki su miktarının son yıllardaki en düşük seviyeye indiğini açıklaması, bu konuda alınabilecek önlemlerin hızla hayata geçirilmesi gerektiğini gösteriyor.
Son olarak Brezilya’da suyun karneye bağlanması Amerika Birleşik Devletleri’nin çatı istihbarat örgütü Ulusal İstihbarat Ofisi’nin geçen yıl yayınladığı küresel su güvenliği raporunu hatırlattı. Rapora göre dünyada içme suyu kaynakları 2040 yılında küresel talebe cevap veremeyecek.
Raporda Ortadoğu, Güney Asya ve Kuzey Afrika su kıtlığının en şiddetli olacağı bölgeler olarak sıralanıyor. Su kaynaklarıyla ilgili bu sıkıntı, gelişmekte olan ülkelerin elektrik üreten hidroelektrik santrallerinin enerji sağlamasını da güçleştirecek ve ekonomik durumlarını olumsuz etkileyecek. Uzmanlara göre gelecek yıllarda su için savaşlar çıkabilir.
Öyle ki su için sadece ülkelerin birbirleri ile değil, bir ülkenin şehir ve köylerinin bile birbirleri ile su savaşına girebileceği öngörülüyor. Olası su savaşları, filmlere de konu oluyor. 1979 yılında çekilen ”Mad Max” adlı yapıtta su savaşı çıkarsa neler yaşanabileceğine dair gerçekçi kareler yer alıyor.
SON DÖNEM FELAKETLER İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNDEN
Son yıllarda yaşanan doğal felaketler iklim değişikliklerinin yarattığı tehlikeyi de gözler önüne seriyor. Bosna’da son 120 yılın en etkili yağışı hafızalara bu görüntülerle kazındı. Mayıs ayında yaşanan sel ve toprak kayması felaketleri Balkanlar’da kapanması zor yaralar bıraktı.
Topraklarının beşte birinin sular altında kaldığı Bosna’da sel ve heyelan felaketlerinden dolayı yaklaşık 19 bin ev zarar gördü. 1992-1995 yılları arasında ülkeye döşenen mayınların da yer değiştirmesi güvenlik tehdidi oluşturdu. Aynı felaketten etkilenen Sırbistan’ın yüzde 8’i sular altında kaldı, Makedonya ve Hırvatistan da selden olumsuz etkilendi.
Almanya da sel felaketi yaşayan ülkeler arasındaydı. Ülkenin en kalabalık eyaleti Kuzey Ren Vestfalya’da aşırı sıcakların ardından geçen hafta yaşanan şiddetli fırtına nedeniyle altı kişi yaşamını yitirdi, eyalette hayat durma noktasına geldi.
İran’ın başkenti Tahran’da ay başında rüzgârın hızının saatte 120 kilometreye çıkan kum fırtınası yaşandı. Felaket nedeniyle beş kişi yaşamını yitirdi. Bir doğal felaket de Hindistan’da yaşandı. 31 Mayıs’ta ülkede etkili olan şiddetli fırtına 40 kişinin hayatını kaybetmesine neden oldu. Başkent Yeni Delhi ile ülkenin kuzey ve doğu bölümlerinde etkili olan yağışlar hayatı felç etti.
Dün Amerika Birleşik Devletleri’nin Nebraska Eyaleti’nde yaşanan şiddetli fırtına ve hortum nedeniyle en az bir kişi hayatını kaybederken, 16 kişi yaralandı. Bölgede tarım yapılan yerlerdeki hasarın boyutu ise henüz belirlenemedi. Rusya’nın Çelabinsk kentinde şiddetli fırtına sonucu festival alanındaki ağaçlar yıkıldı, olayda ikisi çocuk en az 10 kişi hayatını kaybetti.
Çin Halk Cumhuriyeti’ni iki gün önce vuran Hagibis tayfunu ise 13 bin kişinin evlerini terk etmesine neden oldu. Ülkenin güneydoğusunu vuran tayfun nedeniyle ulaşımda sıkıntı yaşanıyor. Sadece 2013 yılında yaşanan doğal afetlerin verdiği zararın bilançosu 100 milyar doların üzerinde.
2013 yılında Filipinleri vuran Haiyan tayfunu, beraberinde saatte hızı 379 kilometreye ulaşan rüzgâr ve 15 metre yüksekliğinde dalgalar getirdi. Felakette 6 binden fazla insan hayatını kaybetti. Binaların yıkılmasına, ağaçların yerinden sökülmesine neden olan tayfun 3 milyon 900 bin Filipinliyi evsiz bıraktı.
2013 yılında meydana gelen milyar dolarlık doğal afetler sıralamasında, Orta Avrupa’yı etkileyen ve 22 milyar dolar zarara neden olan sel felaketi ilk sırada yer alıyor. İkinci sırada brezilya’da 5 ay boyunca devam eden ve 8 milyar 300 milyon dolarlık ekonomik kayba neden olan kuraklık yer alırken, üçüncü sırada ise Çin’de 7 ay süren ve toplam maliyeti 6 milyar doları bulan kuraklık bulunuyor.
2050’DE 200 MİLYON KİŞİ İKLİM GÖÇÜ YAPACAK
Doğal felaketlerin artmasıyla yüz binlerce kişi de evlerini terk etmek zorunda kalıyor. Birleşmiş Milletler, iklim göçmenlerinin sayısının 2050’de 200 milyona ulaşacağı tahmin ediyor.
1995: 25 milyon
2010: 42 milyon
2050 tahmini: 200 milyon
1995 yılında 25 milyon kişi değişen iklimler nedeniyle göç etti. 15 yıl sonra bu rakam neredeyse iki katına çıktı. 2050 yılında 200 milyon kişinin erozyon, çölleşme, ormansızlaşma, çevre kirliliği, su baskınları, gibi çevresel değişiklik nedeniyle yer değiştirmek zorunda kalacağı tahmin ediliyor.
Asya Kalkınma Bankası’nın yayınladığı yıllık iklim göçleri raporu, göçlerin en çok Asya-Pasifik bölgesinde gerçekleşeceğine dikkati çekiyor. Rapor, güneydoğu Asya nüfusunun üçte birinin riskli bölgelerde olduğu kaydediliyor.
Riskli bölgelerin başında Bangladeş gelirken, onu Hindistan, Nepal, Filipinler, Afganistan ve Myanmar izliyor. Endonezya, Tayland ve Vietnam da tehlikeli bölgelerin içerisinde. Buna göre iklim değişikliğinden en çok etkilenen 10 ülkenin altısının Asya Pasifik bölgesinde olduğunun altı çiziliyor.
Rapora göre, iklim göçü yaşamak zorunda kalanlar, aynı zamanda yoksullukla da mücadele ediyor. Asya kalkınma bankası iklim göçleriyle ilgili uluslararası bir işbirliği olmadığını vurgularken, hükümetlerin bu konuyu tartışmak üzere masaya oturması gerektiğine dikkati çekiyor.
BAE ÇÖLLEŞME TEHLİKESİNE ÇARE ARIYOR
Körfez ülkelerinden Birleşik Arap Emirlikleri de kullanılabilir su oranının azlığı nedeniyle kuraklık tehdidi altında. Bölgedeki toprakların verimliliğini artırmak ve çölleşmeyi önlemek için yönetim, halkın yaşam tarzını değiştirmesi gerektiğini vurguluyor.
Teknoloji, ilk çözüm yolu olarak görülse de, kamuoyunun durumun ciddiyetini kavraması ve harekete geçmesi de bir o kadar önemli. BAE çevrecilik grubu, halkı bu konuda bilgilendirmek için çalışmalarını hızlandırdı. BAE’de çölleşmenin başlıca nedenleri, çevre kirliliği başta olmak üzere Off-Road sporu ve inşaat amaçlı çevre düzenlemesi olarak görülüyor.
Halkın sadece günbatımını izlemek için çölde motorlu araç kullanması bile çevreye büyük oranda zarar verebiliyor. Yetkililere göre en azından sadece verimli toprakları koruma altına almak bile çölleşmeyi engellemek için büyük bir hamle. Gelişmekte olan sanayi bölgeleri ve nüfus artışı nedeniyle, 2030 yılına kadar Ortadoğu’daki su rezervlerinin büyük oranda azalacağı tahmin ediliyor.
Birleşik Arap Emirlikleri ve Birleşmiş Milletler de çölleşme ile mücadele konusunda ortak hareket etmeye hazırlanıyor. Çevre temizliği için, halkın motorlu araç kullanmaktan mümkün olduğunca kaçınması tavsiye ediliyor. Dubai, geçen kış 581 ton suyu israf etti. Hükümet, bunun önüne geçebilmek için geçen ay çevre temizleme ekiplerini ve ekipmanlarını yeniledi.
Ekiplerin dağıtacağı bilgilendirme kağıtlarıyla ülkeye gelen turistlerin de durumdan haberdar olması sağlanacak.
ÇİN’DE KARBON EMİSYONU REKORU
Çini, hava kirliliği denince akla gelen ilk ülkelerden biri. Çin ayrıca dünyanın en çok sera gazı üreten ülkesi olsa da, nüfus faktörü göz önünde bulundurulduğunda kişi başına düşen sera gazı üretimi pek çok gelişmiş ülkenin altında kalıyor.
Dünyanın en büyük ikinci ekonomisi Çin’in önceliklerinden biri ekonomik büyüme ve yüksek Gayrisafi Milli Hasıla rakamları. Bu nedenle Pekin yönetimi, ‘karbon emisyonu azaltma’ konusundaki bağlayıcı kararlara çekimser yaklaşıyor. Bunun arkasında ise sera gazı üretiminde azaltmaya gidilmesinin gerekliliği yatıyor.
Seri üretimin yapıldığı sanayi bölgelerinin şehirlere yakın bölgelere kurulması, çiftçilerin hem sağlığını, hem de hasadını olumsuz etkiliyor.
Çin hükümeti, petrole ve kömüre bağlı kalmamak için, son dönemlerde yenilenebilir enerjiye de büyük önem veriyor. Aynı zamanda dünyanın en büyük yenilenebilir enerji üreticisi konumunda olan Çin çoğunlukla hidroenerjiden yararlanıyor, ancak bunun yanı sıra güneş, rüzgâr ve bioenerji dallarında da hızlı bir kalkınma süreci gözlemleniyor.
Ülke 2020 yılına kadar fosil harici yakıtların kullanımını yüzde 15 arttırmayı amaçlıyor. Çinli yetkililer, aynı zamanda, az karbon emisyonuyla üretilen ürünlerin etiketlenip teşvik edilmesini, daha karbon emisyonlu ürünlereyse farklı yüksek fiyatlamalar uygulanması gerektiğini belirtiyor.
Tüm bu uygulamalarla, Çinli yetkililer karbon yoğunluğunu, yani yıllık milli gelir başına düşen karbondioksit miktarını, 2015 itibariyle yüzde 17 oranında, 2020 itibariyle ise yüzde 40 ila 45 oranında azaltmayı planlıyor.
SERA GAZININ AFRİKA’YA ETKİSİ
İklim değişikliğinin en büyük etkisi ise Afrika’da görülüyor. Hâlihazırda birçok doğal afetle savaşan kıtada yaşanan felaketler yoksulluk, siyasi karışıklık ve çatışmaları tetikliyor.
Son verilere göre 2050 yılında dünya genelinde 350 ila 600 milyon kişi artan su sıkıntısı ile mücadele edecek. Uzmanlar bu çerçevede en çok Afrika’nın etkileneceğini öngörüyor. Giderek artması beklenen iklim değişikliği kıtada hem gıdaya ulaşım hem de gıda güvenliği konusunda yaşanan sorunları artıracak.
Öte yandan küresel ısınmayla deniz seviyesinin yükselmesi ve artan nüfus yoğunluğu bölgedeki sorunları ve çatışmaları daha da derinleştirecek. İklim değişikliğinin ana sebebi, sera gazı salınımı. En çok sera gazı salınımını yapan ülkeler sırasıyla Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği, Rusya, Japonya ve Kanada.
Kyoto protokolü ise küresel ısınma ve iklim değişikliği konusunda mücadeleyi sağlamaya yönelik uluslararası tek çerçeve. Birleşmiş Milletler iklim değişikliği çerçeve sözleşmesi içinde imzalanan anlaşmaya göre taraf ülkeler karbondioksit ve sera etkisine neden olan gazların salınımını azaltmalı veya karbon ticareti yoluyla haklarını arttırmaya çalışmalı.
1997’de imzalanan protokol ancak 2005 yılında yürürlüğe girdi. Çünkü protokolün yürürlüğe girebilmesi için, taraf ülkelerin 1990’daki emisyonlarının yeryüzündeki toplam emisyonunun yüzde 55’ine denk düşmesi gerekiyordu. Ancak en çok sera gazı salınımı yapan ülkelerin bir kısmı da bu anlaşmaya çok geç imza attı.
Zira anlaşmanın yürürlüğe girebilmesi ancak Rusya’nın katılımıyla gerçekleşti. Anlaşmanın 2012’de sona ermesi bekleniyordu. 2012’nin eylül ayında katar’ın başkenti Doha’da bir araya gelen taraf ülkeler anlaşmayı 2020’ye kadar uzatma kararı aldı. İkinci protokol döneminin özellikle sera gazı salınımının azaltılmasına yönelik kayda değer bir adım öngörmemesi ise protokolün işlevsiz olmasıyla eleştirilmesine neden oluyor.
İkinci dönemde kanada, Yeni Zelanda, Japonya ve Rusya’nın protokolden çekilmesi de emisyon azaltımının olması gerektiği oranda gerçekleşmeyeceği eleştirilerini destekliyor. 2012-2020 dönemine katılmayı kabul eden ülkelerin atmosfere yaydığı toplam emisyon oranı yalnızca yüzde 15.
AFRİKA’DA KURAKLIK
Afrika, kuraklık tehlikesiyle mücadelesine devam ediyor. Ancak tablo hiç iç açıcı değil.
2011’de son 60 yılın en kurak yaz mevsiminin yaşandığı kıtanın doğusunda durum geçen üç sene içinde kötüleşmeye devam etti. Somali, Kenya, Etiyopya ile Uganda’nın kuzey bölgelerinde etkili olan kuraklık nedeniyle 18 milyona yakın insan açlık tehlikesiyle karşı karşıya.
Son iki yıl içinde yüz binlerce insan evlerini terk ederek komşu ülkelerdeki kamplara sığınmak zorunda kaldı. Yetersiz beslenme yüzünden salgın hastalıklara direnemeyen çoğu çocuk binlerce kişi yaşamını yitirdi. Mültecilerin sığındığı kamplar halen binlerce kişiye ev sahipliği yapıyor ve gıda ve ilaç ihtiyacı sürüyor.
Kıtanın genelinde kuraklık ve göç dalgası yüzünden Kenya’da gıda fiyatlarında iki kata varan artışlar yaşandı. Burkina Faso, Mali, Çad ve Moritanya gibi kıtanın en büyük tahıl üreticileri krizle karşı karşıya kaldı.
Batı Afrika’da ise 300 bini aşkın insan göç etti. Ancak göç başka sorunları da beraberinde getiriyor. Örneğin mali’de 100 binden fazla insanın göç etmesine neden olan kuraklık, radikal grupların ülkenin kuzeyinde bağımsızlık ilan etmelerine zemin hazırladı. Kara kıtada halen 18 milyon insan açlık sınırında yaşam mücadelesi veriyor. Ancak Afrika’da kuraklık ve susuzluk kadar tehlikeli bir başka felaket daha yaşanıyor.
Su kaynaklarını elde etme amaçlı çıkan kabile savaşları. Son yıllarda Afrika Boynuzu olarak da adlandırılan Afrika’nın kuzeydoğusunda yaşanan bu çatışmalarda yüzlerce insan hayatını kaybetti.
GÜNEY AFRİKA ÇEVRE SORUNLARI
İklim değişikliği Güney Afrika’da önemli bir sorun haline geldi. Cape Town Üniversitesi Çevre Bölümü Anabilim Dalı Başkanı Dr. Gina Ziervogel’a göre; sellerle mücadele için yerel hükümetin, ulusal hükümetin ve sivil toplumun ortak çabası gerekiyor.
Güney Afrika’da da bu sorunun iki boyutun bulunduğunu kaydeden
Dr. Gina Ziervogel ilk olarak Güney Afrika’nın çok yüksek oranda sera gazı salımı yaparak bu sorunun büyümesine neden olan ülkelerden biri olduğunu söyledi. G. Afrika’nın gelişmekte olan bir ülke olduğunu vurgulayan Ziervogel, bu nedenle salınımları azaltmaları ve çözümün bir parçası olmaları gerektiğini dile getirdi. Ziervogel, “Diğer boyutu ise iklim değişimine uyum. Güney Afrika’da iklim çeşitliliğinin etkisini gördük ve görüyoruz. Daha sık sel ve daha yüksek sıcaklıklar gerçekleşiyor. Bu tip olayların gelecekte devam edeceğini sanıyoruz.”
Güney Afrika gibi bir ülkede zaten yaşamını zorlukla sürdürmeye çalışan birçok ailenin bulunduğunu kaydeden Ziervogel, dolayısıyla insanların hem uygun olmayan yerleşimlerde ve baraklarda yaşamasını, hem de sel ile karşılaştığında çok iyi mücadele etmesinin beklenemeyeceğini kaydetti. Ziervogel, “Sele ve yüksek sıcaklığa karşı dayanıklı evler inşa etmemiz gerek, mücadele ancak bununla mümkün. Yani yerel hükümetin, ulusal hükümetin ve sivil toplumun ortak çabası gerekiyor” diye konuştu.
Güney Afrika’da iklim değişikliğinin bir etkisi olarak deniz seviyesinin yükselmesiyle karşı karşıya olduklarını da vurgulayan Ziervogel, şöyle devam etti: “Bu çok önemli bir sorun. Deniz seviyesi kademeli olarak yükseldikçe fırtına dalgalarına sebep oluyor. Bu, çok büyük deniz olaylarına sebep oldu, Cape Town, Durban ve deniz kenarındaki başka birçok yerde sahillere zarar verdi. Ülkenin iç kısmındaki seller büyük bir sorun. Setlerini yıkan ve birçok yaşama mal olan nehirlerimiz var. Aynı şekilde Cape Flats’de artan sel çok tehlikeli. Yavaşça artan su nedeniyle insanlar su içinde kalmış evlerle oturmaya devam etmek zorunda kalıyor. Bu durum birçok sağlık sorununa neden oluyor.”
ARAL GÖLÜ
Sovyetler Birliği döneminde uygulanan yanlış tarım politikaları Orta Asya’da dünyanın en büyük çevre felaketinin yaşanmasına neden olmuştu. Bunun sonucu olarak da yakın bir geçmişe kadar dünyanın en büyük dördüncü gölü olan Aral Gölü kurumaya devam ediyor. Göl, artık devasa bir çölü andırıyor. Ve bazı kaynaklarda artık adı Karakum ve Kızılkum çölleriyle birlikte anılıyor. Dünyanın en genç çölüne verilen isim ise Aralkum.
1957 yılında uzaydan çekilen fotoğraflarda Aral gölü böyle görünüyordu. Ancak bu görüntüyü bozan, Sovyetler Birliği döneminde başlayan yanlış tarım ve sulama politikaları oldu. O yıllarda, Aral gölünü besleyen Amuderya ve Sirderya nehirlerinin suları başta Özbekistan olmak üzere bölgedeki uçsuz bucaksız pamuk tarlalarına akmaya başladı.
Bölgedeki tarım alanları Kremlin yönetiminin kararıyla 4,5 milyon hektardan 7 milyon hektara çıktı. Bu uygulamanın ardından bölgenin nüfusu da hızlı biçimde arttı. Aral gölü’nde 1960’lı yıllarda başlayan kurumanın önüne bir daha geçilemedi. Dünyanın en büyük çevre felaketini en iyi anlatan ise uzaydan çekilen bu fotoğraflar.
1993 yılına gelindiğinde küçük Aral ile büyük Aral belki bir daha kavuşmak üzere birbirinden ayrıldı. Aral Gölü’nün bulunduğu havzada sadece göletler ve yer yer gölet bile denilemeyecek su birikintileri kaldı. Ve çok geçmeden ortaya bu tablo çıktı.. İkiye ayrılan gölün bugün yüzde 90’ı kurumuş durumda. Sular eski kıyılardan 170 kilometre geri çekilmiş halde.
Aral gölü çevresinden her yıl rüzgârla birlikte uçan yaklaşık 100 milyon ton tuzlu kum tozu bölgeyi büyük bir çevre felaketiyle karşı karşıya bırakıyor. Kazakistan ve Özbekistan’da yaklaşık 2 milyonluk nüfusun yaşadığı Aral gölü havzasında hastalıklar yaygınlaşıyor, bebek ölümleri artıyor.
Resmi kayıtlara göre Aral gölü havzasında 1960’lı yıllarda 300’den fazla bitki, 70’ten fazla da hayvan türü yaşıyordu. Her yıl ortalama 60 ton balık avlanan gölde balıkçılık bugün neredeyse tamamen sona erdi. Balıkçılık üzerine kurulan fabrikaların hepsi bir bir kapandı. Fabrikalar bugün çölün ortasındaki birer harabeyi andırıyor. Gölün eski kıyısında kalan balıkçı tekneleri ise bölgeyi bir gemi hurdalığına çevirdi. Bir dönem balıkların gezdiği gölden geriye kalan Aralkum Çölü’nde artık develer geziyor.
KIRGIZ SU SORUNU
Kırgızistan, su zengini bir ülke olmasına karşılık bu yıl susuz bir dönem yaşıyor. Bu durum, ülkede elektrik enerjisi üretimini olumsuz etkiliyor. Barajlardaki doluluk oranı düşük olan ülke, enerji açığını kapatmak için Tacikistan’ın kapısını çaldı.
Kırgızistan bilimler akademisi verilerine göre, küresel ısınmayla gelen iklim değişikliği nedeniyle, Kırgızistan buzullarının yüzde 20’sini kaybetti. Buzulların erimesi ilk başlarda su varlığını artırsa da şimdilerde sularda azalma yaşanıyor. Kırgızistan Bilimler Akademisi araştırmalarına göre, 2020 yılına doğru hava sıcaklığı 1 ila 2 derece daha artacak. Ülke sınırlarındaki nehirlerde ise suların yüzde 3 ila 43 oranında azalacağı tahmin ediliyor.
Diğer yandan ülkenin en büyük nehri olan ve sınır aşarak sır deryayı oluşturan Narın’ın suyu yüzde 20 oranında artacak. 6 ila 7 bin metre yükseklikteki buzullar sayesinde Kırgızistan daha 20-25 yıl su için önemli bir sıkıntı beklemiyor. Ancak, komşu Kazakistan ve Özbekistan için ciddi bir su sorunu oluşması öngörülüyor.
Kırgızistan toplam su kaynağının yüzde 25’ini kendisi için kullanıyor. Diğer kısmı ise Özbekistan, Kazakistan, Çin ve Tacikistan’ın bir kısmındaki tarlaların sulanmasını sağlıyor. Ekim 2013’ten Mart 2014’e kadarki yağışların toplamını göz önüne alarak, nisan ayında, bitkilerin gelişme dönemi için olası durumu belirledik. Tahminlerimize göre, bu sene bitkilerin gelişme döneminde Kırgızistan’ın suyu normal sınırlar içinde ancak bundan sonra normalin altında seyredecek. Yani su oranının yüzde 50 ile 90 arasında olması bekleniyor. Yüzde 80’in altı az sulu dönem oluyor.
Ülkede su akışının azalması en çok enerji sektörünü olumsuz etkiliyor. Bu nedenle net bir elektrik enerjisi ihracatçısı olan Kırgızistan bu yıl, üretim kaybını satın alma yoluyla gidermeye çalışıyor. Kırgızistan Enerji ve Sanayi Bakanı Osmonbek Artıkbayev’in açıklamasına göre, Kırgızistan 1 Mayıs 2014 tarihinden itibaren Tacikistan’dan enerji satın almaya başladı. Bakan Artıkbayev’e göre, az sulu dönemin ülkede 2-3 yıl daha devam etmesi bekleniyor.
2015 yılı ilkbaharında Toktogul su barajında çok az su kalacaığını kaydeden Elektrik Enerji Devlet Enerji Üretimi Şirketi Müdür Yardımcısı Abdılda İsrayilov, “Barajın ölü sınır noktası ise 5.5 milyar metreküptür. Eğer 2015 yılı da bu sene gibi az sulu geçecekse, o zaman Kırgızistan gerçekten bir krize girecektir. Şimdilerde artık krize girdi demek erken” diye konuştu.
Kırgızistan’dan doğan nehirlerdeki su kaybı, Kazakistan ve Özbekistan’ı da etkiliyor. Kırgızistan su kaynakları ve sulama departmanı, 2013’te ülkenin Kazakistan’a vermesi gereken suyun ancak yüzde 84 ila 96’sını verebildiğini, bu yıl da durumun farklı olmadığını bildiriyor.
İRAN’DA ÇÖLLEŞME
NASA, iklim değişikliğine dikkat çekmek için bir rapor yayımladı. Rapora göre; önümüzdeki 30 yıl içerisinde 45 ülkede şiddetli kuraklık olacak, gerekli önlem alınmazsa tarım ve hayvancılıkta ciddi sorunlar yaşanacak. Raporda 45 ülke içinde İran 4. sırada yer alıyor.
2045 yılına kadar Ortadoğu’da tatlı su ihtiyacının yüzde 60 oranında artış göstermesi beklenirken, aynı zamanda bölgede tatlı su kaynaklarının yüzde on oranında azalacağı sanılıyor. 165 milyon hektar alana sahip İran’ın 100 milyon hektarını oluşturan merkez bölgelerde, yeraltı su seviyelerin her yıl 2 ile 3 metre alçaldığı biliniyor.
Zagros ve Elborz dağlarının sularından doğru yararlanılmıyor, tarım alanında kullanılan suyun yüzde 65’inin ziyan oluyor. Tüm bu gelişmeler zaten yüzde 80’i çöllerden oluşan İran’da tehlike sinyallerinin çalmasına neden oluyor. Yezd, Semnan, İsfahan ve Kırman eyaletlerinde, çölleşmeyi tecrübe eden İran artık benzer sinyalleri, Erdebil, Bahtiyarı ve Fars eyaletlerinde de görmeye başladı.
Bu ihmalkârlığın en güncel örneği ise Urumiye gölü. İran’ın en büyük gölünün ortasında artık tuzdan dağlar yükseliyor. Suyun azalmasıyla tuz oranı litrede 400 grama ulaştı, özellikle flamingoların beslenme zincirini oluşturan artemiaların yok olması nedeniyle bölgedeki yaşam durma noktasına geldi. Gölün kuruması halinde, tuzdan 4 bin 400 kilometrekarelik bir çöl oluşacağı, bunun bölgede tarımı yok edeceği, bölge iklimini değiştireceği ve milyonlarca kişiyi evsiz bırakacağı sanılıyor.
MAKEDONYA’DA İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ
Makedonya, çevre kirliliğiyle değilse de iklim değişikliği ile mücadelede onemli bir aktör.
Bu alanda gerçekleştirilen çalışmalara koşulsuz destek veren ve belirlenen politikaları uygulamayı devlet stratejisi olarak gören bir ülke.
Hükümet küresel ısınmanın doğrudan tetiklediği doğal afetlerden kaynaklanan zararların yükünü hafifletmek için, tüm Balkanları içeren bölgesel bir sigorta fonu oluşturulması konusunda diğer bölge ülkelerini teşvik ediyor.
Ancak Makedonya’nın iklim değişikliğinden en çok etkilenecek bölgeler arasında yer aldığı göz önünde bulundurulduğunda, su ve enerji kaynaklarının rasyonel bir şekilde kullanılması da büyük önem taşıyor.
Enerji alanında büyük ölçüde dışa bağımlı olan ülke, son dönemde bu alana ciddi yatırım yapıyor. Enerji sıkıntısını gidermek için ekonomi bakanlığı, Mart ayında 21 adet küçük hidroelektrik santraline ilişkin anlaşmayı imzaladı. Makedonya’nın kendi elektriğini karşılayabilecek kapasiteye ulaşmasını sağlayacak hidroelektrik santral projeleri arasında en çok ses getireni ise, Debre’deki Lukovo Pole Projesi.
Ancak santralin inşa edileceği alan, hem ülke iç hem de ülke dışından tepkilere neden oldu. Mavrova Milli Parkı içerisinde inşa edilecek olan baraj, bölgedeki eko sistemi bozacağı gerekçesiyle eleştiriliyor. Projeye, Radıka nehrinin suyunu azaltacağı ve bölge ekonomisini etkileyeceği gerekçesiyle Debre halkının yanı sıra, nehrin suladığı komsu ülke Arnavutluk da karsı çıkıyor.
Arnavutluk Başbakanı Rama da, Tiran’ın onayı olmadan projenin hayata geçirilemeyeceğini belirtiyor. Tüm bunlara rağmen Makedonya hükümetinden yapılan açıklama, Mavrova Milli Parkı’ndaki doğal yasamın bozulmaması için tüm ekolojik standartlara uyulacağı ve gerekli tüm tetkiklerin yapıldığı yönünde. Eleştirilere rağmen devam eden projenin 2016 yılında tamamlanması öngörülüyor.
YUNANİSTAN ÇEVRE SORUNLARI
Yunanistan gibi ekonomisinin büyük bir kısmı geleneksel olarak turizm ve balıkçılığa dayanan bir ülkede çevrenin korunması büyük önem taşıyor. Ancak ülke çevre kaynaklarını koruma konusunda birçok alanda sınıfta kalıyor.
Yunanistan, 1981’den beri Avrupa Birliği üyesi olmasına rağmen çevre korumada Avrupa standartlarının gerisinde. Dev çöp yığınları, deniz ve ormanların korunamayışı, aşırı su tüketimi çevre kaynaklarını tehlikeye atıyor. Çöpler, ülkenin en önemli çevre sorunu olarak gösteriliyor. Yunanistan yılda ortalama beş milyon ton çöp üretiyor.
Diğer 27 Avrupa ülkesinin ortalamasına bakıldığında toprağa gömülerek ortadan kaldırılan çöp oranı yüzde 38’i geçmiyor. Oysa Yunanistan’da bu oran yüzde 82. Yunanistan geri dönüşümde de sınıfı geçemiyor. 27 Avrupa ülkesinin atık geri dönüşüm oranı yüzde 25 iken Yunanistan ancak yüzde 17 oranına ulaşabiliyor. En büyük fark ise atıkların enerjiye dönüştürülmesinde ortaya çıkıyor. Diğer Avrupa ülkelerinde bu oran yüzde 22 iken Yunanistan’da sıfıra yakın.
Ülkede en büyük ikinci sorun ise ormanların yok edilmesi. Hem kâğıt üretimi için ormanlardaki ağaçların kullanımı hem de orman yangınları yeşil için büyük tehlike arz ediyor. Özellikle yaz aylarında meydana gelen yangınlar, şiddetli rüzgâr ve yüksek sıcaklıkların yanı sıra çoğu kez teknik imkânsızlıklar nedeniyle ile söndürülemiyor.
Özellikle adalarda çıkan yangınlara müdahale etmekte gecikildiği görülüyor. Linyit tüketimi de Yunanistan için sayılan çevre sorunları arasında. Linyit tüketimi yılda 1200 erken ölüme, 200 bin dönüm toprağın kirlenmesine, 40 milyon ton karbondioksit salınımına ve 50 milyon ton suyun ziyan olmasına neden oluyor.
Yunanistan’ın gurur kaynağı mavi denizler de tehlike altında. Profesyonel balıkçıların yüzde 65 ila 70’i aşırı avlanıyor. Son on beş yılda ise balık sayısının azalması sonucu avlanan balık miktarında yüzde 15 azalma görülüyor. Tatlı suyun kullanımı da alarm veriyor.
Yunanistan’daki mevcut tatlı suyun yüzde 85’i tarımda kullanılırken, son yıllarda evlerdeki su tüketiminde de ciddi artışlar olduğu belirtiliyor. Yıllardır su sorununu en çok çeken adalar ise yağmur suyunu toplayan sarnıçlar, deniz suyunu tatlı suya çeviren yöntemler gibi çeşitli çözümlere başvuruyor.
UZAYDA TEMİZLİK OPERASYONU
Çevre kirliliği yalnızca dünyayı değil, uzayı da tehdit eder boyutlara ulaştı. Zira uzay devre dışı kalan binlerce uydu ile işgal edilmiş durumda.
Roket atıkları, işlevini yitirmiş uydu objeler, devre dışı kalmış uydular. Bunlarla dolu olan uzay, koca bir çöplüğe dönmüş durumda. Bilim insanları, uzayda biriken uydu çöplerinin önüne geçmek için yeni yöntemler araştırıyor.
Uzaya gönderilecek bir uydunun uzay yolculuklarından artakalan ve dünyanın yörüngesinde dolaşıp duran nesnelere ulaşması öngörülüyor. Plan uyarınca uydu, bir itici yardımıyla çöpleri dünyanın atmosferine geri atacak ve çöpler atmosfere girdikleri anda yanarak yok olacak.
Araştırmacılar, bunu yapabilmek için robot kollara sahip küçük uydular üretme üzerinde duruyor. Kollardan bırı roket atığını durdururken, diğeri atığı yörüngeden çıkaracak ıtıcı gücü çalıştırmaya yarayacak. Yer yüzeyinden iki bin kilometre yukarı uzanan bölgeyi tanımlayan alçak dünya yörüngesinde 10 santimetreden büyük 17 bini aşkın obje bulunuyor.
İlerideki olası bir sorun, bu objelerin her birinin daha küçük binlerce parçaya bölünme potansiyeline sahip olması. Zira 1978’de NASA’dan bir bilim adamının ortaya attığı ve Kessler Sendromu denen zincir etkisinin oluşması olasılığına göre, her bir parça diğerine çarparak dev bir enkaz bulutu oluşturabilir ve alçak dünya yörüngesinin birçok yerini kullanılamaz hale getirebilir.
Çöp yığını sadece yörüngedeki uydular için değil, uluslararası uzay istasyonu ve diğer insanlı uzay seyahatleri için de risk oluşturuyor. Eğer bilim insanlarının üzerinde çalıştığı uydular kullanılırsa yılda 10 dev obje, dünya yörüngesinden temizlenebilir.