İstanbul’un su çilesi

istanbulda barajlar kurudu

Kuraklık nedeniyle İstanbul’un on barajında ortalama su seviyesi yüzde yirminin altına indi. Öte yandan geçtiğimiz haftasonu kentin pek çok semtini etkisi altına alan seller, Yeşilçam filmlerini aratmayan çileli hayat kesitleri sundu. Cumartesi sabahı dokuz sularında başlayan yağış, kısa süre içinde Üsküdar, Bağcılar, Bayrampaşa, Beşiktaş, Kağıthane, Kayaşehir, Fatih ve Okmeydanı’nda zaman zaman insan hayatını tehlikeye atan sellere dönüştü. Sadece bir saat içinde metrekareye 20 ila 70 kg arasında yağış düştü. Trafikte mahsur kalanlar, araçları sulara gömülenler ve evini veya dükkanını su basanlar çileli şehir İstanbul’da herkesin kendi kaderiyle baş başa olduğunu bir kez daha iliklerine kadar hissetti.

Yağışlar barajları doldurdu mu?

Büyükşehir Belediyesi ise tüm bu olup bitenlere rağmen mutlu mesut mesajlar yayınlıyor, barajların su toplama havzalarına ciddi miktarda yağış düştüğünü müjdeliyordu. Ancak İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi’nin (İSKİ) internet sitesinde ise durum oldukça farklıydı. Aylardır istikrarlı bir biçimde düşen baraj doluluk seviyeleri Cumartesi gününden Pazara kadar yüzde 20,19’dan yüzde 20,20’ye yükselmişti. Yani aslında sadece yüzde 0,01’lik (onbinde birlik) bir artış söz konusuydu.

Eroğlu’ndan da açıklama geldi

Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu da ilginç açıklamalarda bulundu. Eroğlu “10 Mayıs ile 20 Temmuz arasındaki yağış miktarına baktığımızda uzun yıllar ortalamasının üzerinde bir yağış aldık. Bu yağışların da barajlarımıza dolayısıyla etkisi oldu” diyordu. Oysa barajlardaki su doluluk oranı geçen sene aynı dönemdekinin ancak yüzde 27,5’ini oluşturuyordu.

Olmasan olmazdık be Veysel Abi!

Eroğlu devam etti: “İstanbul’un 2,5-3 ay suyu kaldığına dair iddialar var. Bu doğru değil. Geçmişte insanlar geceleri kısıtlı verilen suyu bidonlara dolduruyordu. Küvetler dahi suyla dolduruluyor suyun olmadığı zamanlarda buralardan kullanılıyordu. Her apartmana su deposu yapılıyordu ve bu ciddi bir maliyet getiriyordu. Ben İstanbul’da İSKİ Genel Müdürü olduğum zaman İSKİ bitmiş, tükenmiş bir kurum halindeydi. Bütün bu olumsuzluklara rağmen büyük bir çaba sarf ederek İstanbul’un su sıkıntısını ortadan kaldırdık”. Sanki vatandaşına açıklama yapan bir bakanı değil de, Yeşilçam filmlerinde kadir kıymet bilmezlikle suçladığı kadını azarlayan bir gazino patronunu dinliyorduk. Kulaklarda “Seni tuttum çöplükten çıkardım nankör! Ben olmasam hala o bataklıkta debeleniyordun” repliği yankılanıyordu…

Kim tutar Eroğlu’nu!

Şiddetli yağmurdan aldığı ilhamla hızını alamayan Eroğlu “İstanbul’da su meselesi yok, Allah yardım ediyor. Ne zaman ihtiyaç olursa cenabı Allah yağmuru gönderiyor” diye konuşurken, İstanbullu’nun aklında deli sorular oradan oraya uçuyordu. Su kesilirse bıyıklarınızı keseceğini söylemiştiniz ya Sayın Eroğlu, pek çok semtte su düzenli olarak kesiliyor. Ama sizin bıyıklar tüm ihtişamıyla yerinde. Ne iş? Vatandaşın sellerden beli bükülmüşken, gevrek bir gülümsemeyle “oh barajlarımız doldu” diye gerçeği yansıtmayan beyanlarda bulunup insanların kayıp ve şikayetlerini görmezden geliyorsunuz ya. Peki bu neyin kafası?

İstanbul’un suyu kokuyor…

Tabi susuzlukla seller arasında savrulan İstanbullu’nun çilesi bununla da bitmedi. Son günlerde İstanbul’un şebeke suyu kokmaya da başladı. Vatandaşların şikayeti üzerine yetkililer Sakarya Nehri’nden su çekilip İstanbul’a verildiğini açıkladı. O Sakarya Nehri ki kirlilikte Ergene Nehri’yle yarışır ve kirliliği tescillidir. Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şube Sekreteri Cevahir Akçelik’in de belirttiği gibi Sakarya Nehri 824 kilometrelik hat boyunca kentsel ve endüstriyel atıkların ya hiç ya da doğru düzgün arıtılmadan deşarj edildiği, tarımsal atıkların ise yağmur ve yeraltı sularıyla olduğu gibi karıştığı bir nehir. Sakarya Havzası’nın kirliliği ile ilgili yüzlerce haber, bilimsel araştırma ve resmi belge mevcut. Son olarak Orman ve Su İşleri Bakanlığı 2013’te, Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası’nın yaptırdığı “Sakarya Nehri kirlilik haritası” oluşturulmuştu. Bu haritaya göre nehirde kirlilik yaratan etkenler yan kollar ile nehir havzasındaki yerleşim bölgelerinden gelen evsel atıklar, tarım arazilerine karışan gübre ve pestisitler, ve nehri besleyen derelerin kenarına kurulan sanayi işletmelerinden gelen demir ve ağır metaller. Ankara, Eskişehir ve Sakarya’nın tüm atıkları Sakarya Nehri’ne dökülüyor. İşte İstanbul’un şebeke suyuna verilen su böyle bir kirlilikle yüklü.

İSKİ su kalitesini takipteymiş…

Medya ve vatandaş sudaki kokuyla ilgili  şikayetlerini artırınca, İSKİ bir açıklama yaptı ve kendi internet sitesinde manşetten yayınladı. Bu açıklamada koku şikayeti gelen yerlerden sürekli numuneler alındığı, analizler yapıldığı ve suyun kullanılabilir olduğu söyleniyordu. Koku sıcaklıkların mevsim normallerinin üzerinde seyretmesi, göllerdeki su seviyesinin düşmesi ve yosunlaşma gibi nedenlerle açıklanıyor, kokunun sadece estetik parametreleri ilgilendiren bir mesele olduğu iddia ediliyordu.

Zehri dozunda vermek

Olup biteni yosunla açıklamak kimseyi tatmin etmedi. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ali Osman Karababa Açık Radyo’da yayınlanan Su Hakkı adlı programda konuyla ilgili önemli açıklamalarda bulundu. Karababa, her nehrin kendine has bir dizi kirletici içeriği olduğunu ve bu kirleticileri saptayarak ölçüp analiz etmeden gerçek bir arıtmanın söz konusu olamayacağını belirtti. Yani her kirleticinin ya da kirletici grubunun kendine has arıtma yöntem ve maliyetleri var. Bu kadar çok evsel, tarımsal ve endüstriyel kirleticiyle dolu suyu arıtmak farklı teknolojiler ve yüksek maliyet isteyen bir iş olduğu için es geçiliyor. Karababa, arıtmanın maliyetli olması dolayısıyla yetkililerin kirli suyu arıtmak yerine, az oranlarda temiz suyla karıştırarak şebeke suyuna vermesi sonucunu doğurduğunu belirtiyor. Başka bir ifadeyle belediyeler maliyetten kısmak için zehri suya seyrelterek veriyor.  Bu seyreltilmiş kirli suyun geçtiği ve değdiği herşey yediklerimiz ve içtiklerimiz yoluyla  vücudumuza doğrudan ya da dolaylı olarak giriyor. Ve bunların önemli bir bölümü kas, yağ ve kemik dokusunda birikmeye başlıyor. Kimi kısa sürede, kimi uzun vadede hastalıklara ve ölümlere neden oluyor.

Kuraklığın ve susuzluğun ortasında İstanbul’un suyu 42 ülkeye satılıyor

Kuraklık ve susuzluk İstanbul’u cenderesine almışken İstanbul Büyükşehir Belediyesi iştiraki olan Hamidiye Su A.Ş. Belgrad Ormanları’ndan çıkan kaynak suyunu ambalajlayıp 6 kıtadan 42 ülkeye satıyor. Üstelik bu ülkelerin çoğu kuraklık veya susuzluk çekmeyen ülkeler. Yani dünya halklarıyla dayanışma için falan yapılmıyor bu su ticareti. Tek amaç para kazanmak. Su, parasını kim verirse, ona gidiyor. Kamuya ait bu yaşamsal varlığın bir kamu şirketi eliyle halktan alınıyor oluşu ayrı bir yaman çelişki, tüm bunların kuraklık ve susuzluğun ortasında yapılıyor olması ayrı.

İstanbullu’nun su çilesi kronikleşiyor

Tuhaftır bundan sadece birkaç ay önce Orman ve Su İşleri Bakanlığı Veysel Eroğlu 2071’e kadar yetecek su olduğunu, kuraklığın İstanbul’u teğet geçeceğini söylüyordu. Hatta Eroğlu, Melen Barajı’nın İstanbul’un su ihtiyacını neredeyse tek başına karşılayacak bir tesis olduğunu belirtmişti. Akıl ve mantıktan yoksun böylesine hayalperest bir yaklaşımla İstanbul’un su sorunu çözülmez. “Biz çözdük” deyip, sorunları inkar ederek de problem ortadan kalkmaz. Gittikçe aşırılaşan yağış rejimi bir sel, bir susuzluk şeklinde İstanbullu’yu tokatlarken, iklim değişikliğini ve kuraklığı yaratan esas nedenleri ortadan kaldırmadan da su meselesi yok olmaz. İstanbul’a göçü pompalayan, yeşili yok edip betonlaşmayı artıran kent politikaları ve onların ürünü 3. Köprü, 3. Havalimanı ve yeni yerleşim alanları gibi mega projeler ile de suyumuz artmaz. Kuraklığın ortasında İstanbul’un suyunu 42 ülkeye satan Hamidiye Su A.Ş. gibi kamu veya özel ambalajlı su şirketleriyle de susuzluk azalmaz.

Peki ne yapılmalı?

Suyun verimli kullanımı ve tasarrufunu merkeze almayan hiçbir yaklaşım su sorununu çözemez. Türkiye’de şebeke suyunun yüzde 43’ü musluklara ulaşmadan kayboluyor. İstanbul’da bu oran yüzde 38,7 civarında. Bunun için de su alt yapılarının kamu finansal kaynaklarıyla yenilenmesi veya iyileştirilmesi gerek. Zira bu iş çoğu zaman olduu gibi özel şirketlere bırakılırsa, bu şirketlerin kârlarını düşürmemek adına maliyetten kaçınmaları kuvvetle muhtemeldir. Su tasarrufuna gelince, bunun da diş fırçalarken musluğu kapamaktan öte gitmeyen sığlıkta önerilerle gerçekleşmesi beklenemez. Tasarrufun öncelikle suyu en fazla kullanan endüstriyel tarım ve en yoğun biçimde kirleten sanayi sektörleri tarafından yapılmasını sağlayacak bir dizi düzenlemenin yapılması şarttır.

Bir başka husus ise ister kamu, ister özel olsun ambalajlı su sektörüdür. Su varlıklarını yok eden, kırsal topluluklardan kentsele herkesin, gelecek kuşakların ve diğer canlıların su hakkını gasp eden bu sektör bir damla suyun bile hayat kurtardığı günümüzde ortadan kaldırılmalıdır. Kısa vadede kamu alanlarında ambalajlı su satışına son verilmeli, uzunda ise sosyal devlet ilkesi gereği insani kullanıma yetecek miktar (kişi başına günlük 50 litre) ve kalitede (temiz ve içilebilir lezzette) su, ücretsiz olarak şebeke üzerinden verilmelidir. Aşırı su tüketimini yoksulları cezalandırmadan engellemek için sadece bu miktarı aşan kullanımlar ücretlendirilmelidir. Böylece içme suyu için ayrı, temizlik vb. için ayrı su kullanımı uygulaması ve dolayısıyla ambalajlı su sektörüne ihtiyaç kademeli olarak ortadan kalkacaktır. Yani İstanbul’un suyu İstanbulluya gittiğinde, hem Melen’in suyu Düzce halkından gasp edilmemiş olur, hem de İstanbullu Sakarya Nehri’nin kirli suyuyla harmanlanmış kokulu suya muhtaç hale gelmez.

Akgün İlhan, Marksist.org