Türkiye’de dönemsel olarak kuraklık meselesi gündeme gelir. Bugün basına yansıyan haberlere atılan “Kuraklık köylünün belini büktü, Kuraklık yurdun büyük kısmını etkisi altına aldı, mahsul tehlikede” başlıklarının benzerlerine 1950-51, 1973-74, 1988-89, 1994-96 ve 2000-01, 2006-2008 yıllarında da yer verilmişti. 2012’de başlayan ve 2014’ün ocak ayının ortasına gelmemize rağmen ilkbahar havası yaşadığımız yağmur ve kardan eser olmayan şu günlerde de yeni bir aşırı kuraklık dönemine girdik. Şimdi yetkililer, Türkiye’de geçmişte de aşırı kurak dönemler yaşanmış olmasından yola çıkarak bu kuraklık döneminin de kısa süreceğini, önümüzdeki günlerde yağışlarla birlikte barajların dolacağını, aldıkları tedbirler ile özellikle de İstanbul’un 2071’e kadar su sorununu çözdüklerini ve vatandaşların müsterih olmalarını söylüyorlar. Oysa bu söylenenler sadece kuraklık sorununu ne kadar sığ algıladıklarını gösteriyor.
Kuraklık salt doğal bir afet değildir
Doğal afetlerin belirleyici özeliği; büyük oranda veya tamamen insan kontrolü dışında gerçekleşiyor olmasıdır. Kuraklık da doğal afetler arasında yer aldığı için salt doğal etmenlerin ortaya çıkardığı bir olgu gibi görülüyor. Ancak bu afetin doğal dinamiklerden çok, sanayi ve endüstriyel tarım faaliyetlerine bağlı geliştiği ve şiddetlendiği de bir gerçek. Doğal afetlerin doğal dengesi bozulmuş durumda. Türkiye’de on yıllık periyotlarla görülen kuraklığın beş yılda bir görülmeye başlanması, yaygınlaşması ve daha da şiddetlenmesi söz konusu. Zira kuraklık büyük oranda tüm gezegeni etkileyen iklim değişikliği ile ilgili. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) geçtiğimiz eylül ayında yayınlanan beşinci raporunda, “insan faaliyetlerinin etkisi; atmosfer ve okyanus ısınmasında, küresel su döngüsündeki değişikliklerde, kar ve buzdaki azalmalarda, küresel ortalama deniz düzeyi yükselmesinde ve bazı aşırı iklim olaylarındaki değişikliklerde saptanmıştır” ifadesi yer alırken bir önceki raporlarına göre bu etkinin arttığını da söylüyordu. Dünyanın ortalama sıcaklığının 1901-2012 arasında 0,9 derece artması, 1983-2012 arasındaki 30 yılın, son 1400 yılın en sıcak 30 yılı olması, son 20 yılda Grönland ve Antarktika buzullarının büyük kütle kaybetmesi ve 1901-2010 arasında deniz sevilerindeki 19 cm yükselme gibi radikal değişimlerin gerçekleşmesini tek bir nedeni var: İklim değişikliği. İklim değişikliğine yol açan ise fosil yakıt (petrol, kömür ve doğalgaz) kullanımı ve arazi kullanımının değişimi. IPCC’nin beşinci raporu da “küresel ısınmadaki artışın yüzde 95-100 oranında insani faaliyetlerden kaynaklandığını” söylüyor. Dünya ısındıkça, iklim olayları ekstrem hale geliyor. Dünyanın bir yanını kuraklık kavururken, başka bir yanını seller götürüyor. Aynı yerde yılın bir döneminde kuraklık, bir başka döneminde aşırı yağışlar hâkim oluyor. İklim olayları insanlarla birlikte tüm canlıları oradan oraya savuruyor.
Akdeniz havzasının iklim değişikliğinden çok ciddi bir biçimde etkileneceği öngörüler arasındaydı. Ama artık bunlara öngörü demek yetmiyor, radikal değişimler gündelik hayatın bir parçası haline gelmiş durumda. Türkiye genelinde özellikle yaz sıcakları 1960’tan bu yana yaklaşık 1,5 derece arttı. Dağ buzulları her yıl 10 cm eriyor, doğal afetlerin sayısında artış var. Deniz seviyesi yılda ortalama 3,8-7,7 mm oranında yükseliyor. Yağışlar oranları ve su varlıkları hızla azalıyor. Türkiye su stresi olan ülkeler kategorisinden su kıtlığı olan ülkeler kategorisine doğru ilerliyor. Bütün bu olumsuz koşulların yaşanacağına ilişkin yıllar öncesinden yayınlanan bilimsel raporlar var. IPCC’nin dördüncü raporunun yayınlandığı 2007 yılında Türkiye’de yine kuraklık yaşanıyordu. Bu nedenle iklim değişikliği bir miktar daha gündemimizde yer alabilmişti. Oysa 2013 yılındaki beşinci rapor, çok kesin verileri içermesine, iyimser değil, daha kötü senaryoların gerçekleştiğini söylemesine rağmen neredeyse hiç gündemimize giremedi. Hükümet yetkilileri iklim değişikliği yokmuş gibi havaya bakıp ıslık çalmaya devam ettiler.
Türkiye kuraklığın pençesinde
Türkiye’ye dönecek olursak, Bursa, Kocaeli ve Aksaray’dan da kuraklık haberleri geliyor. Bursa’nın Yenişehir Ovası’na can veren 8 gölette su seviyesi yüzde 3′lere kadar inerken, Kocaeli’nin içme suyunun büyük bölümünün sağlandığı Yuvacık Baraj Gölü’ne giren su miktarı 190 bin metreküpe kadar düştü. Bu nedenle Kocaeli’ne Sapanca Gölü’nden su takviyesi yapılıyor. Aksaray son 20 yılın en kurak yılını yaşıyor. Dört gün önce Hatay’ın Arsuz İlçesine bağlı Kepirce Köyü’nde kış ortasına gelinmesine rağmen yağış olmadığı için köylüler yağmur duasına çıktı. Yine üç gün önce Tekirdağ’ın Şarköy ilçesinde de insanlar yağmur duası yaptı. Balıkesir ilinin Burhaniye ilçesinin Dutluca Köyü’nde yüzlerce kişinin katıldığı bir yağmur duası yapıldı. Bugünlerde kuraklığın vurduğu Burhaniye’yi, geçen sene seller götürüyordu.
İstanbul’da susuzluk
İstanbul da bir kez daha susuzlukla yüz yüze. Mega kentin su ihtiyacını karşılayan 10 barajın 9 Ocak tarihi itibariyle doluluk oranları ortalaması %34,89’a kadar düştü. Bunlardan Pabuçdere Barajı’nın doluluk oranı %0,35. Yani baraj an itibarıyla kuru. Baraj doluluk oranları Ocak ayları karşılaştırmasında son 10 yıldaki ikinci en düşük seviyeye indi. 2013 yılının 11 aylık yağış miktarı da, dün itibariyle metrekareye düşen 467,9 kilogramlık oranla son 50 yıllık ortalama olan 618,3 kilogramın altına düştü.
Yetkililerden ilginç kuraklık açıklamaları
On yıllardır büyüyerek bu noktaya gelen kuraklık karşısında yetkililer ilginç açıklamalarda bulundu. Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun İstanbul’da 3 sene kuraklık olsa bile suyun yeteceği, Melen ve Yeşilçay projeleriyle şehrin su sorunun 2040’a kadar çözüldüğünü söylediği açıklama bunlardan en ilginci. Eroğlu bunun ardından İstanbul için (Sungurlu ve Osmangazi’ye) 3 yeni baraj daha yapacaklarını da söyledi. Eroğlu’nun “endişelenecek bir şey yok zaten Perşembe Cumaya yağmur yağacak” minvalindeki sözleri ise yönetimin kuraklık gibi uzun erimli ve karmaşık bir meseleye bakışını özetliyor. Bununla ilgili Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu’nun İstanbul’daki kuraklık için geçtiğimiz hafta attığı twitlerden birinden tam da bu noktada bir alıntı yapmalı. Kadıoğlu şöyle yazmış: “Şaşkınlar için Uyarı! Kuraklık bir kaç günlük yağış eksikliğinden dolay oluşmaz; benzer bir şekilde birkaç günlük yağışla da kaybolmaz”. Eroğlu’nun kuraklığa yönelik son sözleri ise şöyle: “Altyapı şebekesi tamamen yenilendi. 200-300 yıl dayanacak bir şebekemiz var… Çok karmaşık, yedeğin yedeği olan bir sistem var İstanbul’da… Bu kadar biz büyük şehire nasıl su veriyoruz. Bazen ben bile şaşırıyorum”. Biz de kendilerinin nasıl olup da bu kadar dünyadan bir haber kalabildiklerine şaşıyoruz.
Kuraklığın sonuçlarına odaklı bir mücadele olmaz!
Asli görevini yerine getirmekle bile böbürlenen ve “başarısına” şaşıran bakanların yönettiği bir ülkede kuraklığa gerçek çözümler üretmek gündemde değil maalesef. Peki, bu yöneticiler ne işe yarar, ne yapar? Onlar 3. Köprü, 3. Havalimanı ve İstanbul’a Yenişehir projeleri gibi mega yatırımlarla ülkeden İstanbul’a ve diğer büyük şehirlere mevcut göçü azdırır; kuraklığa bağlı susuzluk patlak verdiğinde daha fazla baraj yapıp sosyal-ekolojik yıkıma ve adaletsizliğe neden olur; su kesintisi yapar vatandaşının hayatını zehir eder; suyun fiyatını artırıp yaşam hakkı olan insani su kullanımı hakkını yoksullar aleyhinde kısıtlar; “dişinizi fırçalarken musluğu kapatmayı unutmayın” sığlığından öte gitmeyen söylemlerde bulunup soruna gerçekçi çözümler üretmek yerine, bir de ne kadar duyarlı olduklarını göstermeye çalışırlar.
Onlar kuraklıktan yine kârlı çıkacak, ya biz %99?
Tüm bunların sonucunda kuraklıktan yine sermaye ve hükümet kârlı çıkar. Kuraklığa çare olarak önerilen yeni baraj, HES ve su transferi gibi hidrolik projelerden muazzam kazanç sağlanır, suyun fiyatı artar ve ambalajlı su sektörü palazlanır. Olan yine vatandaşa olur… Hidrolik projeler yüzünden toprağını ve suyunu kaybeden kırsal kesim yerinden yurdundan olup daha da yoksullaşır. Vatandaş bütçesinden daha büyük bir kalemi su faturasına ve damacana ve PET şişelerde satın aldığı içme suyuna ayırmak durumunda kalıp yoksullaşır. Olan yine doğaya olur… Nitekim Türkiye’nin sulak alanlarının yarısı yok olmuştur. Bu süreç hızlanarak devam etmektedir. Sulak alanların yok olmasıyla birlikte biyoçeşitlilik de yok olur. Bunun bir başka sonucu kültürel çeşitliliğin de yok olmasıdır. Bin yıllardır sulak alanlarda yaşayan kırsal topluluklar tüm kültürel zenginliklerini geride bırakıp göçe zorlanır. Olan yine gelecek nesillere olur… Su varlıkları kirlenmiş ve tükenmiş, pahalanmış, su hakları gasp edilmiş bir ülkenin çocukları olarak dünyaya gelirler. Kendilerinden önceki kuşakların sorumlu olduğu sorunların cefasını çekerler. Bir avuç sermaye ve güç sahibi zenginleşirken, %99 yoksullaşır.
Su arzını artırmaya yönelik çözümler kuraklık sorunun parçasıdır!
Daha fazla sayıda baraj ve HES inşa edilerek kuraklık sorunu ortadan kalkmaz. Kuraklık ile barajlar arasında bunun tam tersi yönde bir ilişki olduğuna dair önemli araştırmalar vardır. Bunlardan biri 2012 yılı tarihli olup, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki onlarca büyük barajın kuraklığın etkilerini sertleştirdiği sonucu ortaya çıkarmıştır. İstanbul’a 185 km ötedeki Melen Çayı’ndan ve Ömerli’ye 60 km uzaklıktaki Yeşilçay’dan borular içinde su taşınarak ta kuraklık sorunu çözülmez. Bu dev ölçekli hidrolik projeler nüfusu sürekli artan bir şehrin ihtiyacını ancak belirli bir süre karşılayabilir. Ancak bu bile oldukça iyimser bir tahmindir. Zira kuraklık bölgesel sorundur. Yağmur yağmazsa, komşu şehirlerdeki barajlar da dolmayacağı için bir işe yaramaz. Ülkedeki su kullanımının sadece %15’inden sorumlu olan evsel kullanım odaklı çözümler de kuraklığı ortadan kaldırmaz. Yoğun su kullanılan endüstriyel tarım ve sanayinin su kullanımı %85 civarındadır. Bu iki sektör birlikte vatandaşın evde kullandığı suyun kat be kat fazlasını tüketmekte ve kirletmektedir. İklim değişikliğini artıran fosil yakıtların kullanımını azaltmak şöyle dursun artıran yatırımların teşvik edilmesiyle de kuraklık sona ermez. Tüm Avrupa’da yapılması planlanandan daha fazla sayıda termik santrali projesine imza atan Türkiye, bu gidişle sadece karbon salımı artışı hızında zaten sahip olduğu dünya birinciliğini korur. Meşhur 2023 hedefleri içinde yer alan “enerjide dışa bağımlılıktan kurtulmak” adına kurulan termik santraller yer üstü ve yer altı su varlıklarını soğutma ve temizleme gibi amaçlarla kullanırken kirletmektedir. Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker’in 12 Mayıs 2011 tarihli beyanında da belirttiği gibi dünya gıda pazarına yönelik üretimde yedinci olan Türkiye’yi beşinciliğe taşıma hedefinin anlamı şudur. Küresel gıda pazarının taleplerine yönelik üretimin yapıldığı endüstriyel tarım yoğun su, herbisit, pestisit, büyüme hormonu ve gübre kullanımı ile Türkiye’nin toprağını ve suyunu hem kirletmekte, hem de tüketmektedir. Başka bir ifadeyle, su yaşam hakkının bir parçası değil, sanayi ve endüstriyel tarımın hammaddesi haline getirilmektedir. Suyun fiyatı artırılarak ta kuraklık ve ona bağlı susuzluk sorunu çözümlenemez. Suyun fiyatı ile tüketilen su miktarı arasında doğrudan bir ilişki yoktur. Çünkü su vazgeçilemez, yerine başkası konulamaz, mutlak bir ihtiyaçtır. Fiyat artınca dar gelirli vatandaşın zaten kısıtlı olan bütçesinden suya ayrılan kalem büyür ve dolayısıyla vatandaş daha da yoksullaşır. Suyu kişi başına en fazla tüketenler gelir durumu daha iyi olanlar olduğundan, bu kesim için suyun fiyatı kullanımında belirleyici olmaz. Dolayısıyla sudaki fiyat artışı adaletsizliğin derinleşmesinden başka bir sonuç doğurmaz. Su arzını artırmaya yönelik, suyu gerçekten tüketip kirletenlere değil bundan mağdurlara yüklenen, adaletsizlik yaratan her atılım kuraklığı ve etkilerini artırır.
Kuraklıkla mücadele için
Çok boyutlu, uzun erimli ve karmaşık bir mesele olan kuraklıkla mücadele etmek için bireysel değil toplumsal çözümler üretmek gerekiyor. Bunun için bugün su hakkımızı, su varlıklarının insani ve ekolojik amaçlı kullanımını savunmak daha bir önem kazanmış durumda. Bütün insanların ve canlıların yaşam hakkının ayrılmaz parçası olarak yeterli miktarda temiz suya erişmesini sağlamak amacıyla su hakkımızın anayasal güvence altına alınmasını istiyoruz. Su yönetiminde demokratik katılımcılık talep ediyoruz.
Su Hakkı Kampanyası olarak kuraklığın ve susuzluğun önlenmesi için hükümetten acilen şunları talep ediyoruz:
• Ülkedeki su kullanımının %85’inden sorumlu olan endüstriyel tarım ve sanayinin tüketimini kontrol altına alıp azaltmaya yönelik politikalar, uygulamalar ve teşvikler geliştirilerek hayata geçirilsin!
• İklim değişikliğini artıran fosil yakıtların kullanımından vazgeçilsin. Enerji ihtiyacı güneş ve rüzgâr gibi yenilenebilir kaynaklarından sağlansın.
• Doğayı ve toplumu olumsuz etkileyen baraj, HES ve su transferi projeleri gibi hidrolik çözümlerden vazgeçilsin!
• Enerji verimliği ve tasarrufunu sağlayacak politikalar ve uygulamalar hayata geçirilsin!
• Dünya pazarının taleplerine yönelik endüstriyel tarım yerine, yereldeki halkın ihtiyacına yönelik geleneksel ve organik tarıma teşvik verilsin.
• İnsani ihtiyaçlara (içme, yemek pişirme, temizlik vb.) yetecek miktarda temiz ve kaliteli su devlet tarafından bedava olarak verilsin! Sadece bunu aşan su kullanımı ücretlendirilsin!
Su Hakkı Kampanyası
27 Ocak 2014