Su adaleti olmadan, demokrasi olmaz

DSC00856Su Hakkı Kampanyası, 2 Kasım Cumartesi günü saat 13.00 ile 18.30 arasında “Su adaleti olmadan demokrasi olmaz! Ortak varlıklarımızı ve su hakkımızı savunuyoruz” adlı bir panel ve forum düzenledi. 100 kişiye yakın katılımcının olduğu toplantının panel kısmında sekiz konuşmacı su krizinden iklim değişikliğine, özelleştirmeden tekrar kamulaştırmaya kadar su meselesinin çeşitli boyutlarını dile getirdi. Panelin “TOMA için değil, yaşam için su” başlıklı birinci bölümünde, ilk konuşmayı yapan Açık Radyo genel yayın yönetmeni Ömer Madra, iklim değişikliği ve su krizinin arasındaki bağlantıyı, neoliberal politikalarla ticarileştirilen ve özelleştirilen suyun yeniden nasıl ortak varlığımız haline getirilebileceğini anlattı. Dünyayı kurtarmak için bir an önce harekete geçme çağrısı yapan Madra’dan sonra sözü Çevre Hukuku Derneği avukatlarından Arif Nihat Alpsoy aldı. Temel insan hakları arasında sayılması gereken su hakkının Türkiye’deki son durumu nedir sorusuna yanıt olacak bir sunum yapan Alpsoy, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda var olan “sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı”, Çevresel Etki Değerlendirme süreçleri ve su kullanım hakkı ile ilgili hukuksal metinleri açıklarken, henüz kabul edilmemiş olan ama gündemde olan Su Kanunu tasarısının su varlıkları, su hakkı ve geleceğimiz için ne anlama geldiğini dile getirdi. Alpsoy, bu kanunda ne suyun kendisine, ne de su hakkına saygı olduğunu söyledi.

DSC00856

Dikili Belediye Başkanı Osman Özgüven ise Dikili ilçesinde uygulanan hane başına 13 tona kadar bedava su uygulamasının çıkış noktasının su hakkı olduğunu belirtti. “Su bir hak olduğuna göre satılamaz, bu yaşam varlığının üzerinden kâr elde edilemez” diyen Özgüven, bu su yönetimi modelini yaklaşık on senedir başarıyla uyguladıklarını, bu nedenle kendilerine çeşitli davalar açıldığını ama herşeye rağmen suyu bedava vermeye devam ettiklerini ve edeceklerini söyledi.  Ardından sözü alan Food & Water Europe yöneticisi Gabriella Zanzanaini, su hakkınının Bolivya, Uruguay ve Güney Afrika gibi ülkelerin anayasalarına dahil edilmesi ve 2010 yılında da Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilmesine rağmen Türkiye’nin bu konuda çekimser kaldığına dikkat çekti. Zanzanaini, Avrupa Vatandaşları Girişimi tarafından 2012 Mart ayında başlatılan ve geçtiğimiz Eylül ayında yaklaşık 1,9 milyon Avrupalının imzaladığı “Su bir insan hakkıdır” adlı imza kampanyası sürecini anlattı. Türkiye’de de benzer çalışmaların olumlu sonuç vereceğine inandığını söyleyen Zanzanaini, birlikte mücadele edersek başarabiliriz dedi.

Panelin “Şirketler için değil yaşam için su” başlıklı ikinci bölümünde ise ilk konuşmayı Gola Kültür Sanat ve Ekoloji Derneği’nden Refika Kadıoğlu yaptı. Yerelde yaşanan Baraj ve HES karşıtı mücadelelerin önündeki iç engellerden bahsederken Artvin’den örnekler veren Kadıoğlu, kimi zaman köyler arasında bile yoğun gerilimler yaşandığını ve bunun mücadelenin çeşitli aktörlerini bir araya getirmekten alı koyduğunu belirtti. Mikro düzeyde milliyetçilik ve ayrımcılık yaşanıyor diyen Kadıoğlu “burada konuşulanlar kırsala varamıyor. Köylere gidip, tek tek gidip iletişim kurmak gerek.  Bunun başka yolu yok” dedi. Food & Water Watch Bolivya’dan “Herkes için Su” Güney Amerika Koordinatörü  Marcela Olivera ise kendi ülkesinde 2000 yılının başlarında “Cochabamba Su Savaşları” olarak bilinen şirket egemenliğine karşı su mücadesini anlattı. 1999’da Cochabamba’da su hizmetlerinin özelleştirilmesinin hemen ardından su faturalarının %200 arttığı belirten Olivera, bunun asgari ücretin dörtte birine denk geldiğini söyledi. “Bechtel şirketi, çiftçinin topladığı yağmur suyuna bile gözünü dikmişti” diyen Olivera, ilkin sadece Cochabamba’da olan mücadelenin kısa sürede bütün ülkeye yayıldığını, önceleri suyun özelleştirilmesine karşı çıkanların kısa süre sonra bütün özelleştirmelere ve mevcut hükümete karşı birleştiğini anlattı. Olivera’nın son sözleri ise “herşey özelleştirilmiş olsa bile yeniden kamulaştırma için geç kalınmış değil, yeter ki kamunun devletçilik değil, halkın katılımcılığı olduğunu unutmayalım” oldu.

Masaustu Panel&Forum

Ardından sözü Su Hakkı Kampanyası aktivisti Akgün İlhan aldı. 1990’larda su hizmetlerinde yaşanan sıkıntıların çözülmesinde iki seçeneğin olduğunu söyleyen İlhan, “su altyapılarını ve sistemlerini iyileştirme işi ya kamu eliyle, ya da özel şirketlere devirle olacaktı. Türkiye maalesef ikincisini seçti” dedi. Bu noktada içme suyu ile temizlik suyunun yollarının ayrıldığını anlatan İlhan, ambalajlı su sektörünün doğuşuyla içme suyunun hızla pahalanmaya, sosyal ve ekolojik maliyetin de artmaya başladığını belirtti. İklim değişikliği, su krizi ve ekolojik adaletsizlik ile mücadelenin önemli bir ayağının da ambalajlı su sektörüne karşı çıkmak olduğunu söyleyen İlhan, evdeki musluklardan, sokaktaki çeşmelerden içilebilir su talep etmek gerektiğini söyleyerek sözlerine son verdi. Son konuşmacı Avniye Tansuğ ise 1984-1986 yıllarında kendisinin yürüttüğü “Tarihi İstanbul Çeşmeleri Kurtarılmalıdır” kampanyasını ve İstanbul’un tarihi çeşmelerini anlattı. Tansuğ, kampanyanın sadece çeşmelerin fiziksel restorasyonu değil, aynı zamanda toplumun kültürel değerlerinin yeniden yapılandırılmasını da amaçladığını, bu nedenle çeşmelerden tıpkı eskiden olduğu suyun da akmasının sağlandığını belirtti. Kampanyanın bundan yaklaşık 30 sene önce yapıldığını vurgulayan Tansuğ “şimdi durum çok daha vahim. ‘Mahallenin suyu mahallelinindir’ diyebilmemiz için yeni paradigmalar ve stratejiler üretmemiz gerekiyor” dedi.

Panel bölümünün sona ermesiyle, yarım saatlik bir forum süreci başladı. Pek çok konuğun katıldığı forumda en çok dikkat çeken konuşmalardan bazıları şöyleydi. Doğal Yaşamı Koruma Vakfı (DAYKO) Kurucu Başkanı Nusret Türkkan, Trakya’da Ergene Havzası’ının içinde bulunduğu vahim durumu anlatarak söze başladı. Su, orman ve toprak bakımından ülkenin en zengin bölgelerinden biri olan Trakya’nın içinde olduğu yıkımla ancak birlikte mücadele ederek başarılı olabiliriz diyen Türkkan, Bulgaristan’daki aktivistlerle bile bir araya geldiklerini bunu ülke çapında da gerçekleştirmek gerektiğini belirtti. Bir başka katılımcı ise Gıda Güvenliği Hareketi’nden Mehmet Şensoy idi. Şensoy ambalajlı su sektörünün zehir saçtığını, bu suların kimyasallarla dolu olduğunu ve yeterli denetimin yapılmadığı için insan hayatının tehlikede olduğunu söyledi. Ardından sözü alan Pembe Hanım Kanserli Hasta ve Yakınları Dayanışma Derneği aktivisti Seda Kansu, kanser ve ambalajlı su kullanımı arasındaki ilişkiye dikkati çekti. Kanser hastalarının eskisinden daha büyük bir dayanışma içinde olduğunu, bunun ilaç firmaları vb. kuruluşlar tarafında da dikkate alındığını ve Su Hakkı Kampanyası ile ambalajlı su konusu hakkında ortak çalışma yapılabileceğini söyledi. Sonlara doğru söz alan İranlı çevre aktivisti Rıza Talebi ise çevresel sorunların sınır tanımadığını, toplumsal mücadelede bir araya gelirken halkların da sınır tanımadan birleşmesi gerektiğini belirtti. “Urmiye Gölü, kendisini besleyen akarsuları üstüne onlarca baraj kurulduğu için kuruyor. Kurudukça içindeki tuz ortaya çıkıyor. Bu tuz fırtınası demek ve sadece İran’ın değil, Türkiye, Ermenistan ve Gürcistan’ın da felaketi demek” diyen Talebi, biz de Türk, İranlı, Gürcü ve Ermeni ayırımı olmaksızın bir araya gelip bu felaketi önleyelim çağrısı yaptı.

Su Hakkı Kampanyası, temel ihtiyaçlara yetecek miktar ve kalitede suyun ücretsiz olarak şebeke sistemiyle sağlanmasını, dolayısıyla evdeki musluklardan ve sokak çeşmelerinden içilebilir su akmasını, suyun ticarileştirilmesi ve özelleştirilmesini sağlayan kanunların yürürlükten kaldırılmasını, su hakkının anayasal güvence altına alınmasını, nehirlerin gereksiz baraj ve HES’lerle engellenmesini değil özgür akmasını talep ettiklerini ve bu talepleri halkın her kesiminden giderek artan bir destekle dile getirmeye devam edeceklerini söyleyerek etkinliği sona erdirdi.